Yabani Dergi Sayı 5 (Ölümsüz)
Öyküler

Yabani Dergi Sayı 5 (Ölümsüz)“Açık artırmada, Sugard takma adıyla teklif veren kişiyi temsilen buradayım,” dedi, sarışın kadın. Ne merhaba demişti ne de kendini tanıtmıştı. Karşıma oturup bacak bacak üstüne atmış ve direkt lafa girmişti. Otelden çıkınca üzerindeki mini etekle sokağın sonuna kadar bile zor ulaşırdı.

Cezayir’in Konstantin kentine bir politikacıyla anlaşmak için üç gün önce gelmiştim. Politikacıların ruhu olmadığını düşünüyordum. Oysa işin başında ilk onu satıyorlarmış. Siyasete yeni atılmış genç yaştaki adayımız, karısı ve çocuğu yan odada otururken kahvesinden yudumlayıp, iktidar karşılığında ruhunu patrona satmayı kabul etmişti. İşim bitince yeni talimatlar gelene kadar köprüler şehrinde biraz daha zaman geçirmeye karar verdim. Köprülerin her birini bulma işini kendime eğlence haline getirip şehri olabildiğince yayan dolaşmaya çalıştım. Sokak kafelerinde oturup, insanlarda, Osmanlı İmparatorluğu’nun yada Fransa’nın izlerini aradım.

“Öykünün devamını Yabani Dergi 5. sayıda okuyabilirsiniz.”

Yabani Dergi Sayı 2 (Açık Artırma)
Öyküler

Yabani Dergi Sayı 2 (Açık Artırma)“Sen ciddi misin?”

Alp yaptığım teklife inanmakta zorlanıyordu. Haksız da sayılmazdı. Biri karşıma çıkıp bana, “Ruhunu satmak ister misin?” diye sorsa ben de ona inanmakta zorlanırdım. Biramdan bir yudum aldım, ardından sigaramdan derin bir nefes çektim.

“Evet ciddiyim. Sen bunu düşün, benim tuvalete gitmem lazım.”

Onu, yüzündeki sersem ifadeyle masada bırakıp hınca hınç dolu barda kendime yol açmaya çalıştım. Yıllardır İstanbul’a uğramıyordum. Görünen o ki pek bir şey değişmemişti. Benim zamanımda da Taksim’deki barlar böyle insan tarlası gibi olurdu. Kırmızı-mavi ışıklar kulak parçalayan müzik eşliğinde bir yanıyor bir sönüyordu. Alkol ya da her ne halt almışlarsa onun etkisindeki insanların suratları doğal olmayan ışığın yarattığı gölgelerde, Paris’te gördüğüm hastalıklı ressamların tablolarına benziyordu. Tuvalete ulaşmama iki adım kala değişen müziğin ritmi, birbirine yapışık kalabalığı kontrol etmeye başladı. Önümde duran ve adını bile söyleyemeyecek haldeki genç kız, kayıp ruhu için belki de benden medet umuyordu. “Benden sana hayır yok kızım, ben senden daha kötü durumdayım.”

“Öykünün devamını Yabani Dergi 2. sayıda okuyabilirsiniz.”

Öyküler

Koridoru sadece mum ışığı aydınlatıyordu. Genç kadın bir hırsız gibi her hareketine dikkat ederek odanın kapısını araladı. Gerçi bir vazoyu düşürüp kırsa bile yaşlı cadı asla uyanmazdı. Çünkü vazonun çıkaracağı gürültü vahşi bir hayvanı hatırlatan horlamayı bastıramazdı. İrna evindeki her noktayı adı gibi bildiği için ahşap döşemede adımlarını belli yerlere atarak yatağa yaklaştı. Ne olur ne olmaz diye düşünüp üst üste iki çorap giymişti. Bunun adımlarını yumuşattığını düşünüyordu. En çok odanın ortasında, leylek gibi bir adımı orada bir adımı buradayken cadıya yakalanmaktan korkuyordu. Odada ne yaptığını asla açıklayamazdı. Yatağın yanında durup hareketli bir yanardağ gibi nefes alıp veren kadının kat kat buruşuk yüzüne doğru eğildi. İşte bu durumda yakalanması o kadar da kötü olmazdı. “Nefes alıyor musun, diye bakıyorum anne,” deyiverirdi. Cebine tıkıştırdığı ısırgan otlarından birazını çıkarıp yaşlı kadının boynuna sürmeye başladı. İşini bitirince otları cebine koyup geldiği gibi, ağır ve dikkatli adımlarla odayı terk etti. Kapıyı, açtığı andaki kadar aralık bırakmalıydı. Cadının bir gözü toprağa bakıyordu ama o yine de bir kurt kadar zekiydi.

Koridora çıkınca rahat bir nefes aldı. Beklerken bulaşıkları yıkamaya karar verdi. Kayınvalidesi öğlen uykusundan uyandığında onu iş yaparken görürse daha az şarlıyordu. Kovadan aldığı suyu leğene dolduran İrna düşüncelere daldı. Geçmişteki özgür günlerinin ateşiyle yanıyordu ve bu özlem her geçen gün artıyordu. En çok güneşi özlüyordu. Mutfağın penceresinde bile kara kumaştan, kalın bir perde vardı. O perdeyi biraz aralayıp güneşi eve davet etse ve dışarıda dolaşan Mahadir fanatiklerinden biri bunu görse, eve adam almış da zina yapmış gibi cezalandırılacaktı. Güneş ışığıyla zina yapma düşüncesi elindeki tabağı ovalayan İrna’yı kıkırdattı. O, ne ölümden ne de alacağı cezalardan korkuyordu. Babasından ona miras kalan onurunu korumak her şeyden daha önemliydi. Kocasıyla tartıştıkları bir akşam, Tanrı Gesuh’a lanetler yağdırınca kocası olacak mendebur onu dövmekle tehdit etmişti. İrna da bir zamanlar aşkına inandığı adama diklenerek ona kim olduğunu hatırlatmıştı. Evlenmeden önce o, babasından kalan tarlayı tek başına ekip biçen, istediği zaman ovalarda atını dörtnala güneşe doğru koşturan, geceleri ormanda ağaçların altına yatıp yıldızları seyreden, onu rahatsız eden erkeklerle kavgaya tutuşmaktan çekinmeyen bir kızdı. En yakın arkadaşı Mishle ona bir zamanlar, “Sen fırtınalı havada, kabarmış dalgaların üstünde yol alan bir yelkenlisin,” demişti. “Ne yöne sürükleneceğin, aklında dolaşan kelimelere değil, ruhuna bağlı. Bir gün, seni kabul edecek bir rıhtıma bağlanacaksın.”

Kocası Nidra bir zamanlar onu kabul eden rıhtımdı. O, yeşil gözlerine ve iri göğüslerine bakıp diğer erkekler gibi tuhaf hareketler yapmamıştı. İrna, tarlanın yanındaki ağacın arkasında onu yakaladığında, koca adam bir çocuk gibi kızarıp sadece yere bakmıştı. İrna ellerini beline koyup, “Beni neden izliyordun?” diye sormuştu. Nidra neredeyse kekeleyerek, “Çünkü seni seviyorum,” demişti. Zaman içinde İrna ona deliler gibi aşık olmuştu. İçinde sakladığı, ruhuna hapsettiği ne varsa ona sunmuştu. Ama bir zamanlar aşkıyla karşısında titreyen adam artık kaybolup gitmişti.

Evlenmelerinin üstünden bir yıl geçmişti ki Mahadir ismindeki Gesuh rahibi yıkılan Enaxi Krallığı’nın güney doğusunda kendi Krallığını kurmuştu. İrna kocası, evi, tarlası ve özgürlüğüyle çevrelenmiş hayatından memnundu. Artık yalnız başına da değildi. Kocasıyla birlikte çalıştığı tarlanın ortasındaki çınar ağacının gölgesine oturduğunda başını yaslayacağı bir omuz vardı artık. Genç kadın etrafındaki değişimi ilk başta önemsememişti. Ha Enaxi ha Mahadir Krallığı… Onun tanrılarla, krallarla işi yoktu. Ama yanılmıştı. İnsanların Yüce Mahadir dediği rahip Tanrı Gesuh’un yeni öğretisiyle alevli bir sağanak olmuş, insanların üzerine yağmıştı. Ona göre insana keyif veren her şey günahtı. Önce renkler gitmişti. Şehir gri, siyah bir mezara dönmüştü. Çiçekler bile yerlerinden sökülmüştü. Ardından en büyük darbe gelmişti. Kadınlar insana keyif veren günahların en büyüğüydü. Kadınlar yanlarında erkekleri olmadan evlerinden çıkmamalı, çocuk doğurmalı ve kocalarına bakmalılardı. Hatta asmak zorunda bırakıldıkları kara perdeleri açmaları bile yasaktı. Herkes siyah giyinmeliydi. Erkekler sakal bırakmalı, kadınlar kara çarşaflara sarınıp yüzlerini gizlemeliydiler. İrna başlarda insanların bu düzeni kabul etmeyip ayaklanacaklarını düşünmüştü. Ama Mahadir fanatikleri, Tanrı Gesuh’un öğretisini zorla uygulatmaya başlatınca herkes yeni hayatına alışmıştı. Bunun üzerine kocasına Dalendi’den kaçmayı teklif etmişti. Nidra annesini bırakamayacağını söyleyip İrna’ya karşı çıkmıştı. Üstüne üstlük annesini onlarla birlikte yaşamaya çağırmıştı. “Nasılsa artık evden çıkamayacaksın. Sana arkadaş olur. Sıkılmazsın,” demişti. Eve tıkılıp kalmanın şokunu üstünden henüz atamamış olan İrna, Nidra’nın annesiyle birlikte yaşamanın kabusuyla tanışmıştı. Kadın bütün gün odasında oturup uyukluyor, uyumadığındaysa gelinine eziyet etmek için sürekli odadan ciyaklıyordu; susadım, acıktım tembel tembel oturma yemek yap, sırtım ağrıyor, gel sırtımı ov…

İrna sevdiği adamın aşkına sığınıp ruhuna saplanan her mızrağı kabul etmişti, ta ki içine bir şüphe düşene dek. Bir gece yanında mışıl mışıl uyuyan Nidra’yı uyandırmış, “Bu şehirden neden kaçmadık?” diye sormuştu.

Aniden uyandırılmanın şaşkınlığını üstünden atan kocası, “Dedim ya, annemi bırakamam,” diye cevap vermişti.

“Gerçeği söyle Nidra.”

Nidra bir süre düşünmüştü. “Çünkü sen vazgeçmedin.”

“Neyden vazgeçmedim?”

“Erkek gibi tarlada çalışmaktan, ata binmekten, gece yarılarına kadar ormanlarda dolaşmaktan. Yani, evlenince vazgeçersin sanmıştım. Ama öyle olmadı.”

İrna yataktan fırlayıp ayağa kalkmıştı. “Sen bunları dert mi ediyordun? Beni neden sevdin?”

Nidra da söylenerek yatakta dikilmişti. “Erkek gibi giyinsen de erkek gibi davransan da sen şehirdeki en güzel kızdın.”

İrna gülmüştü. “Bunun benim için bir iltifat olduğunu, hemen şimdi, ah canım, deyip koynuna geri geleceğimi düşünüyorsan yanılıyorsun.”

“Aslında ben bütün yaptıklarına dayanabilirdim ama…”

“Devam et!”

“Yani, senin biraz… Nasıl desem… Senin orospu olduğunu düşünüyorlardı.”

“Kimler?”

“Etrafımızdaki insanlar işte…”

“Sana böyle bir şey söyleyen oldu mu Nidra?”

“Hayır ama… Ben hep arkamızdan konuştuklarından şüpheleniyordum.”

“Madem böyle düşünüyordun, neden gidip ağızlarını, burunlarını dağıtmıyordun? Sizin orospu olduğunu düşündüğünüz kadın benim karım ve onu bir tek ben becerdim, beceriyorum, demiyor muydun?”

“Böyle konuşma İrna. Tanrı Gesuh kadınların ahlaklı olmasını söylemiştir.”

“Tanrı Gesuh’a da ne kadar tanrı, tanrıça varsa hepsine de lanet olsun.”

Nidra, “Tanrıya hakaret etme kadın,” deyip yataktan fırlamış ve İrna’nın önünde durup ona tokat atmak için elini kaldırmıştı.

İrna’nın gözlerinde öfkenin alevleri yanarken, “Dur Nidra,” demişti. “Bunu sakın yapma. Senden çok daha güçlü erkekleri alt ettim. Erkekliğini, bir kadını döverek kendine kanıtlamaya çalışıp daha da rezil olma. Bu lanet şehirde, ondan da lanet bu düzende, sadece beni kontrol altına alabilmek için kalmak istediğini şimdi anlıyorum. O zaman beni azıcık tanıyorsan, bunu da biliyor olmalısın; bu hayatın böyle devam etmesine izin vermeyeceğim!”

O günden sonra İrna evin küçük odasına yerleşmişti. Ne kocasının ona sokulmasına izin veriyor ne de geceleri onun koynuna giriyordu. Nidra’yla ancak akşam yemeklerinde bir araya geliyorlardı. İrna onun yanında durmayan, onu olduğu gibi kabul etmeyen, özgürlüğünü zincir altına almak için bir rahibin direttiği düzeni kabul eden aşkın, içinde karanlığa gömülüşünü seyretmişti. Geceler boyu, tek bir yatağın sığdığı küçücük odada oturmuş, lanet hayatından nasıl kurtulacağını, güneşin altında tekrar nasıl atını koşturabileceğini düşünmüş ve sürekli ona sırnaşmaya çalışan Nidra’yı tehditleriyle kendinden uzak tutmuştu. İrna şehirden kaçabileceği bir plan kurmaya çalışırken güneşe çıkmanın yolunu bulmuştu. Odasındaki pencerenin altına yaslanmış ısırgan otları onun nefes almasını sağlamışlardı. Birkaç günde bir bu otların yapraklarını öğle uykusuna yatmış olan kayınvalidesinin boynuna sürüyordu. Yaşlı kadın uyanıp da boynunun kaşındığını fark edince İrna’yı da yanına alıp hekim kadına gidiyordu. Hasta olan yaşlı bir kadına ve onun gelinine hiçbir fanatik dokunmuyordu.

Son tabağı durulayan İrna, “Bugün farklı olacak,” diye düşündü. “Belki de bu hayattan kurtulmanın yolunu bugün bulacağım.”

İrna Dalendi’den kaçabileceğine olan inancını kaybetmeye başladığı anlarda çaresizlikle, saçma sapan olduğuna inandığı düşüncelere dalıyordu. İki hafta önce böyle bir anda, tanrıların, tanrıçaların kutsadığı insanlara bahşettiği güçlerden onda da olsa neler yapabileceğini düşünürken çok garip bir olay olmuştu. Yatağına oturmuş, ellerine bakarken avuçlarının içinde mavi, beyaz renklerde minik ışıkların oynaştığını görmüştü. İlk başta bu ışıkların ne olduğunu anlamamıştı. O ışıkların gökyüzündeki yıldırımlara benzediğini fark ettiğinde, hiçbir tanrıya dua etmeden böyle bir güce kavuşmuş olmasına inanamamıştı. İlk şaşkınlığını üstünden atınca denemeler yapmış ve yıldırımları kontrol edebildiğini anlamıştı. Ona neler olduğunu söyleyebilecek tek kişinin, uzun zamandır görmediği Mishle olduğunu düşünmüştü. Arkadaşının babası, Mahadir Dalendi’yi ele geçirmeden önce kütüphaneciydi. O da babasının sayesinde tuhaf bilgilere sahip olan değişik bir kızdı. Kocasından onu Mishle’ye götürmesini istemişti. Nidra ona karşı kadınlık görevlerini yerine getirmediği için İrna’nın isteğini reddetmişti.

Yaşlı kadın, “İrna!” diye ciyaklayınca genç kadın elinde mumla karanlık odaya girdi. Yaşlı cadı güzellik uykusundan uyanmış boynunu kaşıyordu.

“Ne oldu anne?”

“Benim yine boynum kaşınıyor. Hadi giyin hekim kadına gidiyoruz. Bu kaşıntılara bir tek onun sürdüğü merhem iyi geliyor.”

İrna dışarı adımını atar atmaz her zaman yaptığı gibi yüzündeki kara kumaşı aralayıp temiz havayı keyifle içine çekti. İki adım önündeki tombul, kasvetli bir tümseğe benzeyen kayınvalidesinin arkasında yürürken etrafını izliyordu. Bir zamanlar sevdiği bu şehrin yeni görünüşünden, sokaklarda dolanan balık ifadeli adamlardan nefret ediyordu. Ama güneşi tepesinde hissettiği her an çarşafın arkasında kendi kendine gülümsüyordu. İkinci sokağa döndüklerinde Mahadir fanatiklerinden biri sokakta erkeksiz dolaşan iki kadının yanına geldi. Adam daha tek kelime edemeden kayınvalidesi, “Yürü git densiz. Ben hasta yaşlı bir kadınım. Bu da gelinim. Hekim kadına gidiyoruz,” diyerek fanatiği başlarından defetti. İrna, biraz önce ne olduğunu anlayamadığı için boş boş arkalarından bakan adamın Nidra’ya ne kadar benzediğini düşündü.

Hekim kadının evine vardıklarında İrna yaşlı kadını kolundan tutup durdurdu. “Sen hekime git anne. Benim arkadaşım Mishle’ye uğramam lazım.”

“Ne! Delirdin mi sen? Tek başına seni sokaklarda yürütürler mi?”

“Umurumda değil anne. Onu görmeliyim. Sen hekimin evinden ben geri gelene kadar ayrılma.”

“Başımızı belaya sokacaksın.”

İrna, “Mishle’nin evi hemen iki sokak ötede anne. Hemencecik gidip gelirim,” deyip yaşlı kadının, arkasından söylenmesini dikkate almadan koşmaya başladı. Arkadaşının evine varana dek sadece bir adamla karşılaşma tehlikesi atlatmış ondan da bir evin bahçesine gizlenerek kurtulmuştu.

Panikle kapıyı çaldı. Mishle içeriden, “Kim o?” diye seslendi.

“Benim Mishle. İrna. Çabuk kapıyı aç.”

Kapı açıldığında İrna soluk soluğa kendini içeri attı. Mishle kapıyı kaparken hala, başka kimse var mı diye şaşkınlıkla dışarıya bakıyordu.

Kızıl kıvırcık saçlı, açık kahverengi gözlü Mishle bir mermer kadar beyaz tenli ve bir dal kadar zayıftı. “Buraya nasıl geldin İrna?”

Hala nefesini düzenlemeye çalışan İrna, “Bu önemli değil Mishle,” dedi. “Sana bir şey sormalıyım.”

“Bunun için mi koşarak tek başına buraya geldin. Kocana neden seni bize getirmesini söylemedin?”

“O herifi de bu hayatı da artık istemiyorum Mishle. Aylardır Dalendi’den kaçmak için düşünüp duruyorum. Sanırım sonunda bunu başarabileceğim. Ama bana yardım etmelisin.”

“Nasıl?”

“Günlerdir odada oturmuş kara kara düşünürken garip bir şey oldu. Ben avuçlarımdan yıldırım çıkarabiliyorum.”

“Göster.”

Onu kapıda tek başına gördüğünde şaşkınlıktan gözleri büyümüş olan Mishle’nin, söylediğini hiçbir tepki göstermeden kabul etmesini anlayamayan İrna, “Ben sana avuçlarımdan yıldırım çıkarıyorum diyorum, sen çok normal bir şey söylemişim gibi göster mi diyorsun?” diye sordu.

Mishle gözlerini İrna’dan ayırmadan tekrar, “Göster,” dedi.

İrna ellerini arkadaşına doğru uzatırken avuçlarında yıldırımlar dans ediyordu.

“Bunu yaparken içinden bile olsa hiçbir tanrıya ya da tanrıçaya yalvardın mı?”

İrna yüzünü nefretle buruşturup, “Hepsine lanet olsun,” dedi.

“O zaman bu yaptığın büyü. Sen de büyücüsün.”

“Büyü mü? O ne demek?”

“O kadar özgür ruhun vardı ki bir gün bunun olabileceğini biliyordum. Bağlandığın o rıhtım bile seni uzun süre tutamadı. Sen hep özgür olmalıydın.” Mishle, İrna’nın omuzlarını tuttu. “Şimdi beni iyi dinle. Aslında her insanın büyü yapma gücü vardır. Ama tanrılar büyü güçlerini engellemek için Giddar’da doğan her insanın ruhunu mühürler. Rahipler, rahibeler taptıkları tanrılara dua ederek bu mührü bir süreliğine açarlar ve güçlerini kullanırlar. Az sayıda olsalar da ruhundaki mührü kırıp hiçbir tanrıya dua etmeden içindeki gücü kullanan başkaları da vardır. Bunlara büyücü denir. Ruhun köşeye sıkıştırılınca sen de zaten zayıf olan mührünü kırmışsın. Ama artık bu şehirden kaçıp kurtulman yeterli değil. Tanrılar Giddar’da büyücülerin dolaşmasını istemezler. Eğer büyücü olduğun anlaşılırsa onların suskunları seni anında öldürürler.”

“Hiçbir şey anlamadım. Sen tüm bunları nasıl oluyor da biliyorsun?”

“Bunun şu anda hiçbir önemi yok İrna. Hemen evine dön ve benden haber bekle. Konuyu akşam babama açacağım. O ne yapılacağını bilir.”

İrna hekim kadının evine varana kadar sokaklarda hiç kimseyle karşılaşmayınca şansının ona yardım ettiğini düşündü. Kayınvalidesi sinirden köpürmüş bir halde kapının önünde onu bekliyordu. “Sana yemin ediyorum, oğlum bu yaptığını duyarsa canına okur.” Yaşlı kadın eve dönene kadar İrna’nın omuzlarına vurup sürekli söylendi.

Akşam olduğunda İrna odasında oturmuş olanları, Mishle’nin ona nasıl haber yollayacağını düşünüyordu. Odanın kapısı hışımla açıldı. Nidra içeri dalıp kapıyı çarparak kapadı ve hiç yavaşlamadan İrna’ya sert bir tokat attı. Aldığı darbeyle yatağa devrilen genç kadın daha doğrulmadan kocası bu sefer üstüne çullandı. Genç adam kısa bir debelenmeden sonra karısının bileklerini tutup onu sırt üstü yatağa mıhlamayı başardı. Tüm ağırlığıyla karısının üstündeydi. “Hiç akıllanmayacaksın, değil mi? İnsanlar bugün seni tek başına sokaklarda koştururken görmüşler. Beni kimle aldatıyorsun? Ha kimle?”

İrna cevap olarak, geçmişte bu kadar yakında durduğunda onu heyecanlandıran yüze nefretle bakıp tükürdü.

Nidra, “Peki,” deyip İrna’nın sol elini serbest bıraktı. Eli birden karısının eteğinin altına gitti. “Madem bacaklarının arasındakini kontrol edemiyorsun, sana öyle bir ders vereceğim ki bacaklarının arasındaki de sen de bir daha benim sözümden çıkamayacaksınız.”

İrna serbest kalan elini kocasının alnına koydu. Nidra karısının yüzündeki aşağılayıcı gülümsemenin sebebini ve onun, alnına neden elini dayadığını anlayamadı. “Ne yapıyorsun?” derken cam kırılmasına benzer bir çatırtı duyuldu ve Nidra karısının üstüne yığılıp kaldı.

Onun mışıl mışıl uyur gibi nefes alıp verdiğini görünce İrna, büyü gücünü kontrollü kullanmayı başarıp Nidra’yı sadece bayılttığını anladı. Kocasının ağır bedenini üstünden itip yataktan düşürdü. Genç kadın eteğini toplayarak doğrulduğunda odanın kapısı açıldı. Kayınvalidesi bir yerde yatan oğluna bir İrna’ya bakıp, “O öldü mü?” diye sordu.

“Hayır, sadece bayıldı.”

İrna, cadının bağırıp çağırmasını, ortalığı ayağa kaldırmasını bekliyordu ama yaşlı kadın devrilmiş bir çam ağacı gibi yerde yatan oğluna bakakalmıştı. “Bunu yapmayı nasıl başardın?”

“Bu önemli değil. Önümden çekil anne. Ben buradan gidiyorum.” İrna yaşlı kadının yanından sıyrıldı ve onu, erkek üstünlüğünden kurulmuş kalenin yıkılışını izlerken arkasında bıraktı.

İrna karanlıkta koşarken korkuyla bağlanmış her zincirini parçalayan özgür adımlarının tadını çıkarıyordu.

Bir adam arkasından, “Dur!” diye bağırınca İrna hiç tereddüt etmeden durdu. Gece bekçiliği yapan Mahadir fanatiği yanına gelip, “Gece gece tek başına sokakta ne işin var kadın?” diye sordu.

İrna cevap vermedi.

Fanatik onu kolundan tutunca diğer elini onun alnına dayadı ve bu sefer gücünü kontrol etmedi. Büyünün gürültüsü boş sokaklarda yankılandı. İrna tekrar koşmaya başladı. Çıkan gürültünün biraz sonra diğer bekçileri de oraya çekeceğini biliyordu. Bu onun Mishlelerin evine ulaşması için iyi bir fırsat olabilirdi. Arkasına bakınca üç kişinin onu kovaladığını gördü. Yıldırımları bu sefer uzaktan denemeye karar verdi. Durup arkasını döndü ve kollarını onu kovalayanlara uzattı. Yıldırımlar sokak boyunca çatırtılar çıkaran bir nehir gibi ilerledi ve üç fanatiği de yere serdi. İrna özgürlüğün ona armağan ettiği gücünü sevmişti.

Aceleyle kapıyı çaldı. Kapıyı açan Mishle hiçbir şey söylemeden onu içeri aldı. Elindeki gaz lambasını kapının yanındaki sehpaya bıraktı. “Gecenin bir vakti dışarıda ne işin var?”

“Buradan gidiyorum Mishle. Bana söyleyeceklerinizi duymaya geldim.”

Mishle’nin babası elinde bir mumla yanlarına geldi. Gözlerini kısarak bakan yaşlı, zayıf bir adamdı. “Hoş geldin İrna.”

“Hoş bulduk efendim. Ben sizi şey için rahatsız ettim.”

“Biliyorum kızım, Mishle her şeyi anlattı. Buraya gelene kadar büyünü kullandın mı?”

“Evet efendim.”

Yaşlı adam, “Peki,” deyip bir süre düşündü ve parmağından bir yüzük çıkarıp İrna’ya uzattı. “Bu yüzüğü tak ve asla parmağından çıkarma.”

Mishle, “Baba?” diye inledi.

“Artık yaşlandım kızım. Hiçbir tanrının benimle ilgileneceğini sanmıyorum.”

İrna, üstünde hiçbir işleme olamayan, gümüş yüzüğü parmağına geçirdi.

Mishle’nin babası, “Ne olursa olsun o yüzüğü çıkarma,” dedi. “Yüzük seni koruyacaktır. Güneye, Kaha-ul İmparatorluğu’na git. Orada rahat edersin. İmparatorluğa varınca da Pelifim Denizi’ndeki Barka Adası’na ulaşmaya çalış. O adadaki Gallien şehrinde yaşayan Bahur adlı kişiyi bul ve yüzüğü sana benim verdiğimi söyle. Bunları hatırlayabilecek misin?”

İrna gülümseyerek, “Her bir kelimesini,” dedi.

“O zaman, hadi git artık.”

“Çok teşekkür ederim.”

İrna tepenin üstünde durup son kez, arkasında bıraktığı Dalendi’ye baktı. Halatlarını bağladığı tüm rıhtımlar bu şehirde paramparça olup kaybolmuştu. Yüzünü doğmak üzere olan güneşe döndü ve gülümsedi. Şimdi yine özgürlüğün rüzgarlarına yelken açma zamanıydı.

[box type=”info”] Tanrıça’nın Yeni Yaratığı ilk olarak Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanmıştır. [/box]

Öyküler

“Giddar’da bir güneyliye Meheti Emirliği’ni sorarsanız size söyleyeceği iki cümle olacaktır: ‘Oraya gitme! Eğer mutlaka gitmen gerekiyorsa karanlık bastığında kesinlikle dışarıda kalma!’

Tanrıça Nera’nın hükmünün geçtiği emirlikte on üç şehir var ve bu şehirleri birbirilerinden ayıran tek şey isimleri. Yine de Ulna-i’nin, diğer şehirlere göre daha korkutucu bir havasının olduğunu fark ettim. Sanki o şehre güneşin ışığı tam olarak ulaşmıyor.

Şehirlerin hepsi, binalarından sokaklarına kadar aynı. Koyu gri, kesme taş binaların duvarları, birbirinin içine geçmiş yuvarlak kıvrımlı işlemelerle süslenmiş. Bir efsaneye göre bu binalar, Mehetililerin ilk ataları geldiğinde bile oradaymış. Binaların genellikle üst katlarında, insan boyunda, ileri fırlayacakmış gibi duran kanatlı heykeller var. Yarasa kanadına benzeyen açık kanatlarının uçları mızrak gibi sivri. Heykellerin vücutları insanımsı olmasına rağmen, ileri doğru uzayan yüzleri köpek ve insan karışımı. Meheti halkının Gamuth dediği bu heykeller, Tanrıça Nera’nın hükmünü yerine getiren gardiyanlar olarak biliniyor ve günah işleyenleri alıp Darnee’ye götürüyor. Tanrıça Nera inancına göre tüm Meheti’de karanlık çöktüğünde dışarıda olmak bile günah.

Meheti’deki bütün şehirlerin altında, Tanrıça Nera’nın tapınakları var. Bu tapınaklara ve orada yaşayan yaratıklara Darnee deniyor. Her tapınağın bir kutsanmışı olduğu iddia ediliyor ve bu kutsanmışlar Neraidth adıyla biliniyor. Neraidthler, günah işlemiş insanları tanrıçaları için değişik yaratıklara dönüştürüyorlar. Bu yaratıklardan kurulu düzenli bir ordu, Piramit Savaşları’nda boy göstermişti. Bunların yanı sıra Darnee’de daha farklı değiştirilmişlerin de bulunduğuna inanılıyor.

Elbette buraya kadar anlattıklarımın çoğunu kendi gözlerimle görmedim. Bu bilgileri büyük zorluklarla edindim. Ne yazık ki Yeni Çağ Görüşü’nü bu ülkede anlatmam mümkün olmadı çünkü Meheti halkı yabancılara çok soğuk davranıyor, hatta onları görmezden geliyor. Bu ülkenin adetlerini bilmeyen yabancıların, onlara beladan başka bir şey getirmeyeceğine inanıyorlar.”

– Gezgin Drukra Akledan’ın günlüğünden

 

***

 

Oruvan çift eliyle kaldırdığı baltayı, kollarındaki bütün kasları gererek başının üstünden yere doğru büyük bir hızla indirdi. Bu sert darbe, iri odun parçasının çatırdayarak ortadan ikiye ayrılmasına sebep oldu. Elindeki baltayı kesme kütüğüne dayayan genç adam, yerdeki parçaları sağındaki odun yığının üstüne fırlattıktan sonra kemer olarak kullandığı ipe tutturduğu ve artık beyaz olmayan bezi alıp yüzünü, kestiği odunlar kadar sert görünen kaslı kollarını sildi. Sabahtan beri kaç kütük kestiğini saymamıştı. Baltayı kaldırıp arka üstü yere düşmemeyi başardığı yaştan beri odunculuk yapan Oruvan ara vermesi gerektiği zamanı kestiği kütük sayısına göre değil, güneşin onu ne kadar sıkıntıya soktuğuna göre ayarlardı. Ulna-i gibi bir şehirde özellikle yaz aylarında, güneş tam tepeye ulaştığında kas gücü gerektiren işlere devam etmek, intihar denemesi sayılabilirdi. Bu zamanlarda yapılabilecek en güzel şeylerden biri, bir gölgenin koruyuculuğuna sığınıp serin bir sıvıyla içini ferahlatmaktı. Oruvan, teriyle sırılsıklam olmuş kolsuz paçavrayı üstünden çıkarıp kuruması için odunların üstüne serdikten sonra bir haftalık emeği olan, bir ev yüksekliğindeki odun yığının önündeki talaşların üstüne oturdu. Evden getirdiği çıkını açıp annesinin onun için pişirdiği çörekleri bir kenara ayırdı ve damla damla su taneleriyle kaplanmış metal şişeden kana kana su içti.

Üç yaz önce babalarını, şimdi onun çalıştığı odunlukta ölü olarak buldukları günden beri, ağaç kütüklerini insanların kışın kullanabilecekleri odun boyutlarına getirme görevi ona kalmıştı. Kendisinden bir ve iki yaş küçük kardeşleri, at arabasıyla gittikleri ağaç kesme işine Pespen Nehri’nin kıyısındaki ormanda devam ediyorlardı. Eskiden Oruvan’ın da katıldığı bu yolculukların süresi onun yokluğunda artmıştı. Yirmi altı yaşındaki genç adam diğer tüm kardeşleri içinde babalarına en çok benzeyeniydi. Aynı küt burun, aynı kalın kaşlar, aynı kısık gözler. Hatta normalden fazlaymış gibi duran kaslarının yapısı bile aynıydı. Sadece, Oruvan babasından iki karış daha uzundu. İkisi de insanı hayrete düşüren bir hızda odun keserken konuşmaz, hatta kendi iddialarına göre düşünmezlerdi.

Oruvan şişeden bir yudum daha alıp geniş kapının hemen yanındaki ağaç kütüklerine baktı. “Topu topu iki ağaç kaldı,” diye düşündü. Yarın işi bitecekti ve kardeşleri daha şimdiden iki gün gecikmişlerdi. Oysa yapmaları gereken, ağacı devirdikten sonra at arabasına sığacak boyutlarda kesmek ve araba dolunca da geri dönmekti. Ama o kadar çok gevezelik yaparlar, o kadar çok mola verirlerdi ki Oruvan’ın tek başına yüklediği üç ağaca karşılık, onlar hala bir ağaçla uğraşıyor olurlardı.

Oruvan, ormandan döndüklerinde kardeşlerini daha hızlı çalışmaları konusunda sert bir şekilde uyarmayı düşünürken, doğumu tüm aileye sürpriz olan altı yaşındaki en küçük kardeşi kapıda belirdi. Çöreklerin onu doyurmayacağını düşünen annesi yiyecek bir şeyler yollamış olmalıydı.

“Ne var?” Oruvan, bu veledin de diğer iki abisi gibi geveze ve tembel olmaması için ona bilinçli olarak sert davranıyordu.

Kardeşi bir süre sessiz kaldıktan sonra, “Annem bunları sana yolladı,” deyip elindeki çıkını havaya kaldırdı.

Şişeyi yanına koyan Oruvan, kaşlarını bilinçli olarak çatarak, “İyi, buraya getir,” dedi.

Büyük abisinden mi yoksa kendi boyundan büyük baltadan mı daha çok korktuğu anlaşılmayan çocuk, gözlerini bir abisine bir baltaya çevirerek ve ayaklarını sürüyerek yürürken Oruvan kükredi. “Sünepe sünepe yürüme! Hızlı ol! Hızlı!”

Çocuk koşarak abisinin önünde durdu ve yüzünde korkmuş bir ifadeyle çıkını ona uzattı.

Oruvan çıkını alırken, “Şimdi, doğru eve. Hadi!” dedi.

“Tamam abi. Şey…”

“Ne?”

“Buraya gelirken yolda Bruz abiyle karşılaştım. Seni sordu. Bir de dedi ki seni Sudor’un yerinde bekliyormuş.”

“Tamam, sen eve gidiyorsun. Dışarılarda oyalandığını duyarsam seni bir güzel pataklarım. Anlaşıldı mı?”

Kardeşi koşarak odunluktan çıkınca Oruvan, annesinin yolladığı çıkını bir kenara atıp ayağa kalktı ve hala nemli olan kolsuz giysiyi üstüne geçirdi.

Odunluk batı yönünde, şehrin dışındaydı. Güneş tam tepesinde Oruvan’ın kel kafasını pişirmekle meşgulken o bir yandan odunluğu kilitliyor, bir yandan da Bruz’u ve içeceği şarabı düşünüyordu.

***

 

Şimdi küçük kardeşinin yaptığı gibi o da yedi yaşındayken babasına evden yemek taşıyordu. Böyle bir günde elindeki yemeğin kokusunu alan iri bir köpek onu kovalamaya başlamıştı. Bir Ulna-ili olarak korkması gereken çok daha önemli şeylerden henüz haberi olmayan küçük Oruvan’ın o yaşlardayken köpekler en büyük kâbusuydu. Köpek onu duvara sıkıştırıp iri dişlerini göstererek hırlarken yerinden kıpırdayamamış sadece elindeki yemeği köpeğe kaptırmaması gerektiğini düşünmüştü. Sırtını duvara yaslamış, babasına götürmesi gereken çıkını göğsüne bastırıp put gibi dururken daha önce görmediği bir çocuk onunla köpek arasına girmişti. Kendisinin yarısı kadar olan cılız çocuk, köpeğe öyle bir kesinlikte, “Git buradan!” diye bağırmıştı ki biraz önce onu parçalayacak bir canavar gibi görünen köpek, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırarak kaçmaya başlamıştı. Köpek ilerideki bir sokağa dönerek gözden kaybolunca ufak tefek, cesur, yeni çocuk Oruvan’a dönmüş ve tokalaşmak için elini uzatarak, “Ben Bruz,” demişti. “Köpek seni feci sıkıştırmıştı. Taşınmadan önce bir köpeğim vardı. Onlarla nasıl konuşmam gerektiğini biliyorum.” Oruvan yeni çocuğun ışıldayan kocaman gözlerine, bembeyaz dişlerini ortaya çıkaran çarpık gülümsemesine bakarken onun Ulna-i’ye yeni geldiğini, o söylemeden önce anlamıştı.

***

 

Bruz ve ailesi Himene Emirliği’nden Ulna-i’ye taşınalı iki hafta olmuştu. Oruvan’ın gelecekteki en yakın iki arkadaşından biri olacak Bruz’un babası farklı ülkelerden getirdiği eşyaları pazar yerinde satan bir tüccardı. Onun tek çocuk olması, sürekli seyahat halinde olan babasını çok ender görmesi ve her daim ağlamaklı yüzüyle annesi, Oruvan’a çok ilginç gelmişti. Yaşıtlarından daha güçlü olan oduncunun çocuğu, bu yeni cılız arkadaşının Ulna-i hayatına ayak uydurmasını kendine görev edinmişti. Sürekli birlikte dolaşmaya, diğer çocuklarla oynadıkları oyunlarda birbirlerini korumaya başlamışlardı. Bu oyunlar genelde kavgayla sonuçlanırdı. Cılız, dik başlı ve kendinden iki kat iri çocukların bile üzerine korkusuzca yürüyen Bruz’u pataklamayı düşünen diğer çocuklar karşılarında her zaman Oruvan’ı bulmuşlardı.

Bir keresinde oynadıkları taş atma oyununda iki çocuk arasında kavga çıkmıştı. Bruz onları ayırmaya çalışırken çocuklardan biri yanlışlıkla Bruz’a yumruk atmış ve onun bir dişini sökmüştü. Zavallı çocuğu gözü dönen Oruvan’ın elinden almak için diğer çocukların zorlu bir mücadele vermeleri gerekmişti. Bu olaydan sonra Ulna-ili çocuklar ikiliyi oyunlarına almamışlardı.

Oruvan ve Bruz artık yalnız başlarına dolaşmaya başlamışlardı. Ulna-i’nin çok sıkıcı olduğunu söyleyen Bruz, ona babasının gittiği ülkelerin harikalarını biraz da kendi hayal gücüyle renklendirerek anlatırken Oruvan yeni arkadaşına Ulna-i’nin adetlerini öğretmeye çalışmıştı. O, anlattıklarının ne kadar önemli olduğunu söyledikçe Bruz daha da meraklanıyor ve onun da cevabını bilmediği yüzlerce soru soruyordu. Oruvan, binaların duvarlarındaki kanatlı korkunç heykellerin, şehrin altında yaşayan canavarların ve güneş battığında çocukları kaçıran yaratıkların Ulna-ili olmayan bu yeni arkadaşını korkutmadığını fark ettiğinde Bruz’u, tanıdığı en değişik insan ilan etmişti.

***

 

Tanıştıktan iki yıl sonra bir gün Bruz onu çitlerle çevrili bir narenciye bahçesine götürüp, “Biraz şu turuncu meyvelerden çalalım mı?” diye sormuştu.

“Neden hırsızlık yapacağız?”

“Eğleneceğiz.”

“Neden?”

” Bu şehir çok ama çok sıkıcı. Kimse gülümsemiyor bile. Annem bu yüzden bu şehirden nefret ediyor ve her akşam gizli gizli ağlıyor.”

“Tanıştığımız günden beri sana bunun nedenini anlatıyorum.”

“Evet, evet. Karanlıkta sokağa çıkılmaz, şehrin altında tanrıçanın tapınağı var. O tapınakta korkunç yaratıklar yaşıyor. Sen benimle bahçeye geliyor musun gelmiyor musun?” Bruz, Oruvan’a şöyle bir bakıp gözlerini tekrar yeşil yaprakların arasındaki turuncu meyvelere çevirmişti.

Bruz’un söyledikleri Oruvan’a çok dokunmuştu. Ona tanıdığı tüm Ulna-ililerden farklı olduğunu kanıtlamak istemişti. “Tamam. Gidelim.”

Çitleri aşmaları çok kolay olmuştu. Koyu gri, her zaman üstünde nedensiz bir karanlığın dolaştığı bu şehirden bir anda kopmuş, kendilerini yemyeşil ağaçların altında bulmuşlardı. “Burasını çok sevdim,” diyen Bruz hiçbir şey düşünmeden ağaçların arasından bahçenin içlerine doğru yürümeye başladığında, Oruvan söylenerek onu takip etmişti. Sürekli, bunun hata olduğunu, başlarının çok kötü belaya gireceğini mırıldana mırıldana yürürken yakınlardaki ağaçtan biri fısıldayarak, “Gidin buradan,” demişti.

İkisi birden ne yapacaklarını bilemeden oldukları yerde çakılı kalmışlardı. Sesin geldiği ağacın en yüksek dallarından birinde onların yaşlarında bir çocuk oturuyordu. Saçları tamamen tıraş edilmiş, bir gözü mor, üstü çıplak olan çocuk elinin tersiyle uzaklaşmalarını işaret ediyordu. Bruz ve Oruvan çocuğa bakakalınca o oturduğu yerden kendini aşağıya bırakmış, önce altındaki bir dalı tek eliyle tutmuş, sonra sallanıp diğer eliyle başka bir dala tutunmuş, orada ileri geri gidip ikisini de hayrete düşüren bir çeviklikle havalanıp önlerine konmuştu.

“Burada ne işiniz var? Canınıza mı susadınız?”

İkisi de ne diyeceklerini bilemeden durunca çocuk bu sefer, “Sanırım dilinizi yuttunuz,” demişti. Tam bu sırada, yüzü sinirle çarpılmış bir adamın elindeki sopayı sallayarak onlara doğru koştuğunu görmüşlerdi.

Ağaçtan atlayan çocuk hiç tereddüt etmeden koşarken, “Kaçın!” diye bağırmıştı.

Bruz ve Oruvan kısa bir an için birbirilerine bakıp çocuğun peşine takılmışlardı. Kızgın adam arayı kapamıştı. Eğer önlerindeki çocuk onları, çitlerin altındaki, sadece bir çocuğun geçebileceği küçük deliğe götürmeseydi büyük ihtimalle yakalanacaklardı. Çitin öteki tarafında kalan adam elindeki sopayı sallayarak arkalarından bağırırken çocuk, “Eğer yakalansaydık, hiç unutamayacağımız bir dayak yerdik,” demişti. “Neyse yarına kadar siniri geçer.” Çocuk birden ellerini dizlerine koyup gülmeye başlamıştı. “Sizi görünce amma da şaşırmıştır.”

Hiç konuşmadan birlikte yürümüşler, sonunda yere oturup sırtlarını taş bir binanın duvarına yaslamışlardı.

Bruz, “Gözünü o adam mı morarttı?” diye sormuştu.

Çocuk önemsemediğini belli eder bir şekilde dudağını kıvırıp, “Evet,” demişti. “Aslında hak ettim. Ateşle oynarken mutfakta ufak çaplı bir yangın çıkardım. İlk yumruğu yiyince ben de kaçtım. Siz gelmeseydiniz beni hayatta bulamazdı ya, neyse…”

Oruvan, “O kim?” diye sormuştu.

Çocuk, “Babam,” demişti. “Tanışalım mı artık? Ben Mishar.”

***

 

Narenciyeleri kontrol etmek için ağaçların arasında dolaşan Mishar, Bruz ve Oruvan’la tanıştığı ağacın altına geldiğini fark etti. Ağaca bakarken yüzüne acı bir gülümseme yerleşti. Dün gibi hatırladığı o günden bu yana ne kadar çok zaman geçmişti. “On yedi yıl olmuş,” diye düşündü.

Tanıştıkları günden sonra diğer çocukların imrendiği bir arkadaşlıkları olmuştu. Bruz’un aklı ve cesaretiyle birçok zor durumdan kurtulmuşlar, Oruvan’ın gücüyle bütün kavgalardan galip çıkmışlar, Mishar’ın çevikliği sayesinde canlarının çektiği her yere girmişler, her zaman akıllarına eseni yapmışlardı. Mishar, Bruz’un kural tanımaz, hiçbir şeyi dikkate almaz farklılığına hayrandı ve kendini de onun gibi görür, Oruvan’ın bunu kıskandığını düşünürdü. Bruz’un babasından duyup onlara anlattığı başka yerlerin hikâyeleri, tuhaf eğlence anlayışı –kız kovalamaca, insanların yürüdüğü yola boydan boya ip germece, babasından çaldığı boyalarla evlerin gri duvarlarına rengârenk boyalar atıp kaçmaca, arı kovanı taşlamaca- sayesinde tüm Ulna-i’de en çok eğlenen çocuklar olmuşlardı.

Hatta Bruz bir keresinde, bir beze sardığı kırmızı boyayı, evlerin duvarlarındaki kanatlı, korkunç heykellerden birinin burnuna isabet ettirmeyi başarmıştı. Heyecanlanıp, hayatlarının en uzun, en hızlı kaçışını yapmışlar, gizli yerde saklanıp bütün gün heykelin kırmızı boyalı burnuyla dalga geçmişlerdi. Ertesi gün eserlerini kontrol etmeye gittiklerinde, heykeldeki boyadan eser kalmadığını görmüşlerdi. Bruz, “Şu bahsettiğiniz yaratıklar geceleyin yerin altından çıkıp şehirde temizlik yapıyor olmasınlar,” demişti. Bunun üzerine hepsi kahkahalarla gülmeye başlamıştı.

***

 

On üç yaşındayken babası çıktığı yolculuklara Bruz’u da götürmeye başlayınca Mishar ve Oruvan yalnız kalmışlardı. Bir ay sonra ilk yolculuğundan döndüğünde, onlar bir ağacın altında otururken Bruz koşarak yanlarına gelmiş ve gözleri heyecanla parlayarak gördüklerini onlara anlatmaya başlamıştı. Hiç susmadan konuşarak, karşılaştığı iki Sheilan kadınını anlatırken Oruvan birden onun sözünü kesmişti.

“Biz artık seninle konuşmuyoruz.”

Böyle bir şeyi beklemeyen Bruz konuşmayı bırakıp birden ciddileşmişti. “Neden?”

Oruvan cevap vermeden elindeki dal parçasıyla önündeki toprağı eşelemeye başlamıştı.

Bruz tekrar sormuştu. “Neden?”

Soruyu Mishar cevaplamıştı. “Çünkü bizi burada bırakıp gittin ve biz düşündük ki…” Mishar bir önceki gün bir kavga sırasında yarılmış sol kaşını kaldırıp üzgün üzgün Bruz’a bakarak susmuştu.

“Ne düşündünüz?” Bruz sorusuna cevap alamayınca aynı soruyu bu kez biraz daha sert sormuştu. “Ne düşündünüz?”

Oruvan birden elindeki dalı öfkeyle yere fırlatıp ayağa kalkmış ve, “Bir gün bizi burada bırakıp tamamen gideceksin,” diye bağırmıştı. Sonra arkasını dönüp ayaklarını yere vura vura gitmişti.

Mishar kafasını önüne eğmişti. Bruz gözlerini ona dikmiş bir süre konuşmadan durmuştu. “Hayır Mishar. Ne seni ne onu ne de annemi bu şehirde bırakacak değilim. Bunu ona söyle.” Ayağa kalkan Bruz bir süre konuşmadan Mishar’ın başında dikilmişti. “Ya da sen söyleme. Ben kendim söylerim. Yarın sabah gizli yerde buluşalım. Oruvan’ı da al, gel.”

***

 

Gizli yeri Bruz bulmuştu. Ulna-i’nin kuzey mahallerinden birinde, bir sokağın en sonundaki binada ikinci katın terk edildiğini fark etmişti. Diğerlerine günlerdir orayı gözlediğini, orada kimsenin yaşamadığını söylemişti. Binanın birinci katı at yemlerinin tutulduğu bir depo olarak kullanılıyordu ve çok seyrek olarak gelen giden oluyordu. Bruz arkadaşlarını oraya götürmüş ve dışarıdan evi gösterip, “Eğer içeriye girmeyi başarabilirsek üçümüze ait gizli bir yerimiz olacak,” demişti. “Kimse yaşamıyor ve kimse gelip gitmiyor.”

Oruvan, “Gizli yer mi?” diye sormuştu. “Ne yapacağız orada?”

Bruz’un ne demek istediğini çoktan anlamış olan Mishar, gülümseyerek Oruvan’a dönüp, “Anlamadın mı gerçekten sersem? Canımız ne isterse onu yapacağız,” demişti.

Bruz yerinde heyecanla kıpırdanıp, “Boyarız, oturacak yerler yaparız, cephanemizi, ganimetimizi saklarız, başımız belaya girdiğinde saklanırız,” demişti.

Oruvan da onların heyecanına kapılmıştı. “Tamam, girelim içeri o zaman.”

Bruz, “İşte o kolay değil,” demişti. “Ben daha önce araştırma yaptım. Kapısını kimse girmesin diye iyice kilitleyip, üstüne sağlam tahtalar çakmışlar.”

“Peki, neden buradayız o zaman?”

Bruz, “Çünkü bir yolu olabilir. Beni takip edin,” deyip binanın kuzey yönündeki duvara yürümüştü. Bu yönde artık başka bina bulunmuyordu.

Bruz, çerçevesi çürüyerek parçalanmış üst kattaki açık pencereyi göstererek, “İşte tek şansımız,” demişti.

Oruvan kendilerine göre oldukça yüksekte duran pencereye bakarken, “İyi de oraya nasıl ulaşacağız?” diye sormuştu.

Bruz, Mishar’ı göstererek, “Sen ya da ben değil ama belki o tırmanabilir,” diye cevaplamıştı.

O bunu söylemeden çok önce Mishar duvardaki işlemeleri, çıkıntıları ve yüksekliği aklında ölçüp biçmeye başlamıştı bile. “Sanırım oraya tırmanabilirim. Ama sonra ne olacak? Siz burada kalacaksınız.”

Bruz dirseğini Mishar’ın omzuna yaslamış, gülümseyerek pencereye bakarken, “Hele sen oraya tırmanmayı başar gerisi kolay,” demişti.

Mishar adeta duvara yapışmış, ağır ağır hedefine giden bir örümcek gibi yukarı tırmanırken biraz daha yükseğe ulaştığı her hareketinden sonra, aşağıdaki arkadaşlarının takdir dolu heyecanlı bağırışlarıyla daha da cesaretlenmişti. Sonunda pencereye ulaşıp kendini kafa üstü içeriye bırakmıştı. Aşağıdakilere upuzun gelen kısacık bir andan sonra zıplayarak ayağa kalkmış ve zafer çığlıkları atmıştı.

Pervaza dayanan Mishar, “Eee, şimdi ne olacak? Siz nasıl geleceksiniz?” diye sormuştu.

Bruz yukarıdaki arkadaşına gururla bakarken, “Başaracağını biliyordum,” demiş ve hemen yakınlarındaki bir çalılığa yürümüştü. Bir süre çalılığı karıştırmış sonunda katlanıp bağlanmış bir halat yumağını havaya kaldırmıştı. “O yüzden bunu hazırlamıştım.”

Mishar, “O ne?” diye sormuştu.

“Halatlardan hazırladığım bir merdiven. Eğer Oruvan bunu sana atmayı başarırsa artık gizli bir yerimiz var demektir.”

Oruvan ilk atışında halat merdiveni Mishar’a ulaştırmayı başarmıştı. Mishar merdiveni bir yerlere bağlayıp aşağıya salmıştı. Bruz içeri girince önce Mishar’ı yaptığı tırmanış için takdir etmiş sonra bir zamanlar depo olarak kullanılan tek göz geniş odaya şöyle bir bakıp, “Tam düşündüğüm gibi,” demişti.

Gizli yeri zamanla ailelerinden aşırdıkları malzemelerle kendi isteklerine göre düzenlemişlerdi. İçerideki tek eşya olan pis kokulu döşeği pencereden omuzlarıyla iterek atmaları çok zor olmuştu. Bruz duvarları boyunun yettiği yere kadar kazıyıp kırmızıya boyamıştı. Bu rengin davetsiz misafirlere gözdağı vereceğini düşünüyordu. Mishar çürüyen döşemeyi temizleyip tamir etmişti. Oruvan sağlam bir dayak tehlikesini kıl payı atlatıp aşırdığı kütüklerden üç tabure ve derme çatma bir sehpa yapmıştı. Gizli yerde buluşacakları zaman, önce Mishar yukarı tırmanır sonra diğerleri için merdiveni aşağıya atardı. Gizli yerden çıkarken bu sefer önce Oruvan ve Bruz’un aşağıya inmelerini bekler, sonra merdiveni yukarı toplayıp kendisi örümcek gibi duvardan inerdi.

***

 

Bruz’un isteğiyle gizli yerde toplanmışlardı. En son Bruz bir sırt çantasıyla gelmişti. Hiç konuşmadan taburelere oturunca Bruz çantadan bir harita ve tahta bir kutu çıkarmıştı. Giddar’ın güney bölgelerini gösteren haritayı masaya yaymış, tahta kutuyu da haritanın üstüne koymuştu.

“Sizi bırakıp hiçbir yere gitmem. Ama eninde sonunda buradan gideceğim. O yüzden artık bir plan yapmalıyız.”

Oruvan, “Ne planı?” demişti.

“Hep beraber Ulna-i’den kaçma planı. Bu harita gidebileceğimiz diğer ülkeleri gösteriyor. Ben babamla çıktığım yolculukların sonunda gelip size gördüğüm yerleri anlatacağım. Böylece sonunda nereye gideceğimize karar vereceğiz.”

Mishar kaşlarını kaldırarak sormuştu. “Bu nasıl olacak peki? Hiç altınımız yok ki.”

“Zaten yarın kaçacağız demedim. Zamanla hem planımızı geliştireceğiz, hem de zengin olacağız. Bu kutuyu bu yüzden getirdim. Bulduğumuz değerli her şeyi burada toplayacağız. Yeteri kadar zengin olduğumuza karar verdiğimizde de planladığımız gibi üçümüz kaçacağız. Gittiğimiz yere yerleşince ben dönüp annemi de alacağım. Hem orada bize yemek yapar.”

Kaçış planını konuştukları o ilk günden sonra iki yıl boyunca sadece bu planının heyecanıyla yaşamışlardı. Bruz şehir dışındayken Oruvan ve Mishar kutuya atabilecekleri fazladan birkaç gümüş para için ailelerinin yanında daha sıkı çalışmışlardı. Bruz geldiğindeyse gizli yerde toplanıp onun verdiği bilgilerle kaçış planının hayalini kurmuşlardı. Gidebilecekleri yerleri, oradaki birbirinden ilginç harikaları, buralara gidiş rotalarını, yollarda karşılaşabilecekleri heyecanlı olayları, yanlarına alacakları giysileri, silahları, yolculuklarındaki en değerli şeyleri olan atlarına ne isim vereceklerini bu toplantılarda konuşmuşlardı. Bruz onlara yolculukları sırasında, akşamları belki de bir ormanda yatmaları gerekebileceğini ve bu sırada tutmaları gereken nöbetin önemini anlatırken güneş battığında dışarıda dolaşmanın yasak olduğu bir şehirde doğup büyümüş olan Oruvan ve Mishar onu korkuyla ve heyecanla dinlemişti.

Planları iki yıl boyunca tam da düşündükleri gibi işlemişti. Ta ki o güne kadar…

***

 

Mishar o günü tekrar hatırlayınca içine dolan sıkıntıyla arkasındaki bir ağacın altına oturdu ve kendine tütün sarmaya başladı.

Bruz ilk kez gittiği Mekrolin isimli şehrin bilgisiyle döndüğü için o günkü toplantı çok heyecanlı olacaktı. Mishar gizli yerin olduğu binaya vardığında Oruvan’ı duvara yaslanmış onu beklerken bulmuştu.

Oruvan, “Geciktin,” demişti.

“Bruz nerede?”

“O da gecikti. Hadi tırman da içeride bekleyelim.”

Mishar duvarı tırmanıp içeri girdiğinde, Bruz’u dirseklerini sehpaya dayamış, başı ellerinin arasında, onları beklerken bulmuştu. “Bruz buraya nasıl çıktın?”

Bruz kafasını kaldırıp ona baktığında, Mishar çok kötü bir şeyler olduğunu anlamıştı. Arkadaşının her zaman bir şekilde gülümseyen gözleri ağlamaktan şişmiş, kıpkırmızı olmuştu. Aşağıdan merdiveni atması için bağıran Oruvan’ı dikkate almayan Mishar, Bruz’un yanındaki tabureye oturup elini arkadaşının omzuna koymuştu. “Ne oldu Bruz?”

Bruz, Mishar’a bakarken gözlerinden tekrar yaşlar boşalmıştı. “İkisi de öldü Mishar.”

Mishar oldukça endişeli, “Kim o ikisi?” diye sormuştu.

Bruz, “Annemle babam,” deyip hıçkırarak ağlamaya başlayınca Mishar pencereye koşup bağıra çağıra yukarıda neler olduğunu soran Oruvan’a merdiveni atmıştı.

Hiçbir şey söyleyemeden uzun bir süre Bruz’la oturmuşlardı. Sonunda Bruz birden kafasını kaldırıp, “Üçümüz de bu iğrenç şehirden gideceğiz. Söz veriyorum,” demişti. Arkadaşlarının onu durdurmaya çalışan ısrarlarını dikkate almadan merdivenlerden inip gitmişti. O günden sonra Bruz’u iki ay boyunca görmemişlerdi. Sonraki günlerde Bruz’un annesiyle babasının tartıştığını, babasının önce karısını, sonra kendini öldürdüğünü öğrenmişlerdi.

***

 

İşte o günden sonra, zaman görünmez bir rüzgâr gibi esmiş ve üç yakın arkadaşta inanılmaz değişimlere sebep olmuştu.

İki ay sonra geri dönen Bruz’un Mekrolin’e mal almaya gittiğini öğrenmişlerdi. Babasının işlerini devam ettirmeye karar vermişti. Bu yüzden sonraki günlerde sürekli yolculuklara çıkmıştı. Babası ölünce Oruvan kardeşleriyle birlikte odunculuk işinin başına geçmişti. Ulna-i gerçeğini en kötü yaşayan Mishar olmuştu. Babası bir akşam sarhoş olup evden çıkınca onu durdurmaya çalışan annesiyle birlikte ortadan kaybolmuşlardı. Tüm Ulna-ililerin bildiği gibi ikisi de Darnee’ye götürülmüşlerdi. Mishar da evlenip ailesinin işini devam ettirmişti. Bruz şehirde olduğu günlerde üç arkadaş yine buluşuyorlar, bir yerlerde oturup içiyorlar ve eski günleri yâd ediyorlardı. Ama tüm eski anıların konuşulduğu bu sohbetler sırasında kesinlikle kaçış planından ve gizli yerden bahsedilmiyordu. Onun yerine, özellikle Oruvan ve Mishar nasıl da hızlı büyüdüklerini, hayatın onlara ne kadar çok sorumluluk yüklediğini anlatıp yakınıyorlardı.

***

 

Oturduğu yerde sardığı tütünü içen Mishar ağaçların arasında karısını görünce tüm düşüncelerinden koptu. “Ne var Jenise?”

Kıvırcık saçlı, esmer, genç kadın koynundaki yeni doğmuş bebeği sallarken, “Bruz gelmiş. Seni Sudor’un yerinde bekliyormuş,” dedi.

***

 

Sudor’un yeri Ulna-i’nin iki hanından biriydi. Dışarıdan bakıldığında han olduğu anlaşılmayan bu yeri aklı kıt Sudor’un nasıl batırmadan işletmeyi başardığı, halk arasında dedikodusu dolaşan konulardan biriydi.

Han tıka basa doluydu. Mishar içeri girdiğinde, Bruz ve Oruvan’ın bir masada oturmuş ve çoktan şarap içmeye başlamış olduklarını gördü. Bruz gülümseyerek ayağa kalkıp arkadaşına sarıldı. Genç adam yıllar içinde hiç beklenmedik bir şekilde uzayıp neredeyse Oruvan’a yetişmişti. Ama cılızlığı hala aynıydı. Mishar elinde olmadan Bruz’un o acı günden sonra hiçbir zaman eskisi gibi gülümseyemediğini düşündü.

Mishar da masadaki yerini alınca hancı Sudor yanlarına geldi ve bir kupa şarabı Mishar’ın önüne koyup hiçbir şey söylemeden gitti.

Şarabından bir yudum alan Mishar, “Söyle bakalım Bruz, bu sefer nereden geliyorsun?” diye sordu.

Bruz bir an yüzünü buruşturup ardından gülümseyerek, “Mekrolin’den,” dedi.

Oruvan, “Orada kötü bir şey mi oldu?” diye sordu.

“Hayır, neden sordun?”

“Geldiğimden beri arada sırada yüzünü buruşturuyorsun.”

“Hastayım biraz, midem bulanıyor. Bir türlü geçmedi.”

Mishar, “Kendine dikkat etmelisin,” dedi. “Çok sık yolculuk ediyorsun ve seni ne zaman görsek hastasın. Sana bakacak birini bulmalısın.”

Bruz kaşlarını çatıp, “Anlamadım…” dedi.

Oruvan keyifli keyifli gülümsüyordu. “Bir kadın bul ve evlen diyor.”

Bruz’un patlattığı kahkaha, öksürükleriyle kesik kesik söndü. “Bana Ulna-ili bir kadınla evlenmemi mi söylüyorsun?”

Mishar yüzünde ciddi bir ifadeyle, “Evet,” dedi. “Gidip gelsen de burada yaşıyorsun. Dönüşünü bekleyecek bir karın olsa, sana baksa fena mı olur?”

Bruz kaşlarını çatmış Mishar’a bakarken bir kaşı seğiriyordu. “Sen ciddi misin?”

“Evet.”

Genç adam yumruklarını sinirle masaya vurup hırıltılı bir sesle, “Asla!” diye bağırdı. Diğer müşteriler kınayan gözlerle onların olduğu masaya bir an baktılar.

Mishar, “Sinirlenmene gerek yok. Sadece bir öneriydi,” dedi.

Bruz masaya doğru eğilip gözlerini arkadaşına dikmişti. “Babam annemi gözlerimin önünde katledip kendini de öldürdükten sonra bu lanet şehirde kalmamın bir tek sebebi var.”

Yıllardır hakkında konuşulmayan konu birden açılınca Mishar da Oruvan da ne diyeceklerini bilemediler.

“Görüyorum ki sessiz kalıyorsunuz. Umarım kendinizi bu şehirde yaşlanıp ölme fikrine alıştırmadınız.”

Konunun nereye varacağını anlayan Oruvan önündeki şarabı bir dikişte bitirdi.

Mishar, “Sen hala çocukluk hayalinin peşinde misin?” diye sordu.

Bruz arkasına yaslanıp meydan okuyan gözlerle Mishar’ı süzdü. “Bana bunu hiç düşünmediğini söyleme Mishar.”

Mishar kaşlarını çatıp, “Her gün! Lanet olası her gün o hayali düşünüyorum!” dedi. “Senin ailen öldü. Benim ailem Darnee’ye götürüldü. Oruvan’ın babası çalışırken yığılıp kaldı. Ve maalesef o hayal de onlarla birlikte yok olup gitti. Zaman, hiçbir şeyi umursamayan, sadece eğlenen üç çocuğun gözüne gerçekleri acımadan soktu.”

Bruz tekrar masaya doğru eğilip Mishar’ın gözlerinin içine baktı. “Aksine bunlar olunca o hayal kendini büyüttü. Artık üç çocuğun heyecan arayan yolculuğundan bahsetmiyorum. Bunu isteseydik, elimizdeki üç beş altınla bunca yıldır zaten yapardık. Artık çer çöple doldurulmaya çalışılan bir kutudan değil, gerçek zenginlikten bahsediyorum.”

Oruvan, “Anlamadım?” dedi.

Acıyla yüzünü buruşturan Bruz, Oruvan’a dönüp, “Zenginlik, çok büyük zenginlik,” dedi. “Tüm aileni bu handan büyük bir evde yaşatmaktan, hiç çalışmamaktan, Mekrolin’in hanlarında müzik dinleyip sabaha kadar içmekten, altınlarının satın alacağı ve hayalinde bile göremeyeceğin güzellikteki kadınlardan bahsediyorum.”

Oruvan, “Bu kadar zengin nasıl olunur ki?” diye sordu.

Şarabından keyifle bir yudum alan Bruz, “İşte, bunca yıldır ben de kendime bunu soruyorum,” dedi. “Ve sonunda bir yolunu buldum.”

Mishar, “Neymiş o yol?” diye sordu.

Bruz gülümseyip deri yeleğinin cebinden ağzında mantar tıpa olan, küçük, tombul bir şişe çıkardı ve masaya bıraktı. Şişenin içindeki beyaz sıvı sulandırılmış süt gibi görünüyordu. “İşte bu.”

Oruvan ve Mishar hiçbir şey anlamamış halde şişeye bakınca Bruz devam etti. “Bu, içeni bir süreliğine görünmez yapan bir sıvı. Mekrolin’deki Kantlı bir tüccara bunun karşılığında nerdeyse bir servet verdim.”

Oruvan, “Diyelim ki gerçekten içeni görünmez yapıyor,” dedi. “Peki, ne yapacağız onunla?”

Bruz gülümseyerek, “Soygun,” dedi.

Mishar alacağı cevaptan korka korka, “Nereyi soymayı düşünüyorsun Bruz?” diye sordu.

Bruz arkasına yaslanıp keyifle gülümsedi. “Darnee’yi.”

Oruvan elindeki şarabı masaya bıraktı. “Şaka yapıyorsun değil mi?”

“Hayır.”

Mishar’ın gözlerinden alevler çıkacakmış gibiydi. “Sen ne dediğini biliyor musun Bruz? Artık çocuk değilsin. Bu şehirde olanlar senin bir zamanlar önemsemediğin öcü hikâyeleri değil. Oruvan’ın babasının, hatta senin annenin ve babanın sonu bile benimkilere göre daha güzeldi. Onları götüren Gamuthların arasında, senin bir zamanlar burnuna kırmızı boya attığın Gamuth’un da olabileceğini düşündün mü hiç? Dört yıl önce savaşmak için Darnee’den çıkan orduyu hep birlikte izledik. Siz ikiniz ne düşündünüz bilmiyorum ama ben, o insan- kurt, insan-ayı, insan-kartal, insan-yılan karışımı yaratıkların arasında annemle babamın da olabileceğini düşündüm.”

“Ailen için yapabileceğim bir şey olsa hiç düşünmeden yaparım Mishar. Üçümüzden biri ya da ailelerinizden birileri daha o yaratıklara dönüşmeden buradan gitmeliyiz.”

Oruvan, “Peki,” dedi. “Diyelim ki şu sıvıyı kullanarak soygun yapma fikrini kabul ettik. Neden Darnee? Neden başımızı daha az belaya sokabileceğimiz bir yer değil?”

“Yıllardır Giddar’da gitmediğim ülke kalmadı. O gün, o ordu Darnee’den çıkarken üstlerindeki zırhlara, ellerindeki silahlara bakıp bunların nereden geldiğini düşündüm.”

Mishar, Bruz’un lafını kesti. “Nereden gelecek, Neraidth oradaki yaratıklara yaptırmıştır.”

“Elbette. Ama onların yapıldığı malzemeleri bir şekilde satın almış olmalılar. Zaten Darnee’deki zenginlik her Ulna-ilinin bildiği bir şey değil mi?”

Mishar, “Hayatımda bu kadar saçma bir fikir duymadım,” deyip sinirle ayağa kalktı.

Bruz onu kolundan tutup, “Gitme Mishar!” dedi. “Size bunun mümkün olduğunu kanıtlarsam benimle bu soyguna girer misin?”

Mishar kaşlarını çatmış Bruz’a bakıyordu. “Nasıl olacakmış o?”

“Üst katta sizin için bir oda tuttum. Bu akşam burada kalacağız ve ben dışarı çıkacağım.”

Oruvan, “Bu günah,” diye inledi. “Gamuthlar seni Darnee’ye götürürler.”

“Benim de tam olarak istediğim bu. Onlar beni Darnee’ye götürecek, ben bu sıvıyla görünmez olup taşıyabileceğim kadar değerli şeyle yarın sabah geri döneceğim.”

Mishar yerine otururken, “Dönemezsin,” dedi.

“Dönersem?”

“Kendine bunu yapmana izin veremem.”

Bruz üstüne basa basa, “Sen burada olsan da olmasan da izin versen de vermesen de bu akşam dışarı çıkacağım. Eğer dönmeyi başarabilirsem benimle misin?” dedi.

“Senin deliliğinin, sonunda buraya varacağı belliydi.”

“Geri dönersem benimle misin Mishar?”

Mishar öyle olsun dercesine bakarak, “Peki,” dedi. “Bunu başarabilirsen her dediğini yaparım.”

“Oruvan?”

Oruvan bir Bruz’a bir Mishar’a bakıp, “Siz ciddi misiniz?” diye sordu. “Bruz bu yaptığın Tanrıçaya hakaret etmek demek. Oradan çıksan bile sonraki hayatında onun lanetinden kurtulamazsın.”

Bruz bir şeyler söylemek için ağzını açtı ve hiçbir şey söylemeden bir süre öyle kaldı, sonra konuştu. “Tanrıçanın bununla ilgileneceğini sanmıyorum. Benimle misin?”

Oruvan daha fazla direnemeyeceğini anlamıştı. “İkiniz de aynı fikirdeyseniz ben de size katılırım.”

“İyi. Ailelerinize haber verin. Bu akşam burada kalacaksınız.”

***

 

Handa içen diğer insanlar güneş batmadan çok önce evlerine dönmüşlerdi. Sudor hanın tahta kepenklerini kapayıp üst kata yatmaya gideli çok olmuştu. Üç arkadaş hancıya, sabaha kadar handa oturup içeceklerini ve bu yüzden uyumaya gitmeden önce yeteri kadar şarap bırakmasını söylemişlerdi. Gece yarısına kadar neredeyse hiç konuşmadan içmişler, gündüz konuştuklarının bir hayalden ibaret olduğunu düşünecek kadar sarhoş olmuşlardı.

Masadaki mumlardan birini alarak ayağa kalkan Bruz, “Zamanı geldi,” dedi.

Oruvan arkadaşına, ağlayacakmış gibi bakıyordu. “Sen ciddisin. Oysa ben bunun konuşulmamış olduğuna kendimi inandırmaya başlamıştım.”

Mishar elindeki şarap bardağını Bruz’a doğru uzatıp, “Hadi bakalım sevgili arkadaşım,” dedi. “Git. Git o ünlü cesaretinle dışarı çık, bence Neraidth seni şu insan-yılan karışımı yaratıklardan birine dönüştürecek.”

Bruz masanın yanında durmuş, dışarı çıkacağı kapıya bakıyordu. “O yaratıkların adı Lidil.”

Mishar gürültülü bir kahkaha atıp, “Bakıyorum da dersini iyi çalışmışsın,” dedi.

Bruz bir an Mishar’a bakıp, “Hem de çok iyi çalıştım,” dedi ve kapıya yürüdü.

Oruvan, Mishar’ı kolundan tutmuş sarsıyordu. “Çıkıyor Mishar. Dışarı çıkıyor. Bunu yapmasına izin veremeyiz. Onu bir daha göremeyeceğiz.”

Sert bir hareketle kolunu çeken Mishar, “Bırak ne yaparsa yapsın!” diye bağırdı.

Bruz bir an bile duraksamadan kapıyı açtı, dışarı adımını attı ve kapıyı arkasından kapadı.

Mishar o yöne bakmadan şarabını içerken Oruvan yerinden fırlayıp penceredeki kepenklerden birinin aralığına gözünü dayadı.

“Orada. Duruyor. Karanlıkta elinde mumla duruyor. İnanamıyorum. Buna cesaret ettiğine inanamıyorum. Duruyor ve gökyüzüne bakıyor. Karanlık. Çok karanlık.”

Mishar başını önüne eğmişti. Oruvan konuşmadan izlemeye devam ediyordu ki birden, “Tanrıçanın laneti,” diye bağırarak geriledi ve yere düştü. “Aldı. Bir Gamuth gökyüzünden süzülüp geldi ve onu pençeleriyle omuzlarından yakalayıp havalandırdı. Gitti. Bruz gitti. Darnee’ye gitti.”

İki arkadaş handa yalnızdı. Oruvan yerde yatıyor, sadece tavana bakıyordu. Mishar dirseklerini masaya koymuş, birbirine kenetlediği ellerine çenesini dayamıştı.

İkisi de uzunca bir süre konuşmadılar. Sonunda sessizliği Oruvan bozdu. “Mishar, sanırım Gamuth onu yakaladığında, o bana doğru bakıp gülümsedi.”

Mishar, “Deli,” deyip gülmeye başladı. Oruvan da yattığı yerden ona katıldı. İki arkadaş da gülerken akan gözyaşlarını birbirilerinden sakladılar.

***

 

Oruvan ve Mishar sabaha kadar içmeye devam ettiler. Masanın başında sızıp kalana kadar, büyük sessizlik sürelerinin aralarında, olan şeyin gerçekliğini sorguladılar. Bruz’un bunu yapmış olmasının şaşkınlığını yaşadılar.

Güneşin ışıkları kepenklerdeki boşluklardan sızmaya başladığında hancı Sudor, alt katta uyuyan iki arkadaşı önemsemeden mutfağa gitti ve ocağa su koydu. Kahvaltı hazırlamak için kilerden çıkardığı peynirleri keserken hanın kapısı açıldı. Henüz kepenkleri bile açmamış olan hancı bu kadar erken gelenin kim olduğunu görmek için mutfaktan çıktı. Bruz ona gülümseyerek, sızmış arkadaşlarının yanına oturunca Sudor onu önemsemeden işine geri döndü.

Gözünü açan Oruvan karşısında ona gülümseyen Bruz’u görünce bunun rüya olduğunu düşündü. Gözlerini ovuşturarak ve tutulmuş sırtını gererek uyanmaya çalıştı. Ama hala uyuyor olmalıydı. Bruz orada oturmuş ona gülümsüyordu. Ayrıca masada kocaman kırmızı bir mücevher duruyordu. Ve birden bunun gerçek olabileceğini fark etti. Sadece, “Bruz,” diyebildi.

Bruz keyifle gülümseyip, “Efendim Oruvan,” diyerek ona karşılık verdi.

“Bruz sen başarmışsın. Geri gelmişsin.”

“Evet. Bunu yapacağımı söylemiştim.”

Oruvan başını masaya dayamış Mishar’ı sarsarak, “Mishar uyan,” diye bağırdı.

Mishar korkuyla sıçrayarak gözlerini açıp da karşısında Bruz’u görünce hayalet görmüş gibi ona bakakaldı.

Bruz, “Evet Mishar,” derken tek kaşını kaldırmış, arkadaşına gülümsüyordu. “Buna ne diyorsun? Geri gelirim dedim, geldim.” Masadaki kırmızı iri taşı eline aldı. “Hatta yanımda bu yakutu da getirdim. Şimdi benimle Darnee’yi soymaya var mısınız?”

Mishar kendinde değilmiş gibi boş boş bir mücevhere bir Bruz’a bakıp, “E…Evet,” dedi.

En az Mishar kadar afallamış görünen Oruvan’a dönen Bruz, “Oruvan sen de var mısın?” diye sordu.

“Bunu bir kez daha yapmak istediğine emin misin?”

Bruz uzunca süren bir öksürük nöbetinden sonra, “Evet,” dedi ve ayağa kalktı.

“Nereye gidiyorsun? Neler olduğunu anlatmayacak mısın?”

“Elbette anlatacağım. Ama çok yoruldum. Biraz dinlenmem lazım. Siz de leş gibi içmişsiniz. Evinize gidip dinlenin. Yarın güneş batmadan bizim evde buluşalım. Yanınıza mücevherleri doldurmak için çanta, birbirimizi bulmak için ip, yolumuzu bulmak için meşale ve ne olur olmaz diye silah alın. Çantalara başka bir şey koymayın, olabildiğince boş olsunlar. Yarın akşam dışarı çıkmadan önce, olanları ve planı anlatırım.”

Bruz başka bir şey söylemeden gidince Oruvan ve Mishar uzunca bir süre tek bir kelime etmeden oturdular.

Ayağa kalkan Oruvan, “Biz de eve gidelim o zaman,” dedi.

Mishar kaşlarını çatmıştı. “Tek söyleyebileceğin bu mu oduncu? Bu adam Darnee’den nasıl çıktı? Tüm Meheti tarihinde bunu başarabilen başka biri olmuş mudur?”

Durumu çoktan kabullenmiş olan Oruvan, “Bizim Bruz işte,” dedi kaygısızca. “Bunu yapsa yapsa bir tek o yapardı. Yaptı da”

Oruvan kapıdan çıkarken, “Sen de evine gidip dinlen Mishar,” dedi. “Yarın akşam çok ilginç şeyler olacak.”

Yalnız kalan Mishar bir süre daha olanları düşündü ama bir sonuca varamayınca o da evinin yolunu tuttu.

***

 

Bruz kapıyı açtığında ilk gelenin Oruvan olduğunu gördü. Oduncunun sırtındaki baltayı kastederek, “Daha küçük bir silah bulamadın mı?” diye sordu.

Oruvan, “Ne var?” diye itiraz etti. “En iyi kullandığım ve silah olabileceğini düşündüğüm tek şey bu balta.”

“Neyse içeri gir.”

Oruvan içeri girdiğinde şöyle bir etrafına baktı. İçeride, kepenkleri kapalı camın altında pis bir yataktan, onun yanında da çürümüş, dökülmek üzere olan masa ve aynı haldeki iki sandalyeden başka bir eşya yoktu. Boyaları dökülmüş duvardaki rafta iki mum yanıyordu. Yerler toz içindeydi. “Mishar haklı. Bence de bir an önce evlenmelisin. Buranın hali ne böyle? Pislikten öleceksin.”

Bruz önemsemez bir tavırla sandalyelerden birini göstererek, “Boş ver,” dedi. “Şuraya otur. Dikkat et sandalye seni taşıyamayabilir.”

***

 

Oruvan ve Mishar sandalyelerde, Bruz yatakta oturuyordu.

“İpleri ve meşaleleri unutmadınız değil mi? Mishar, sen silah olarak ne aldın?”

“Evet, evet unutmadık. Yanımda babamdan kalma bir hançer var. Artık bize neler olduğunu anlatacak mısın?”

Bruz yatağın yanındaki duvara sırtını yasladı. “Karanlıkta elimde mumla beklerken Gamuth geldi ve pençeleriyle omuzlarımdan tuttu. Bu biraz acıtıyor ama sanırım yaratık zarar vermemeye çalışıyor.”

Oruvan, “Bu olurken sen hana doğru bakıp gülümsedin mi peki?” diye sordu.

Bruz keyifle, “Evet,” diye cevapladı. “Beni izlediğinizi biliyordum.”

Mishar sabırsızdı. “Devam et.”

“Şehrin dışındaki mezarlığa kadar uçtuk. Gamuth yaklaşınca mezarlıktaki mozolelerden birinin kapısı açıldı. Oradan girdik ve kapkaranlık bir tünelden aşağıya doğru uçtuk. Gamuth beni burnumun ucunu bile göremediğim bir yerde bıraktı. Biraz sonra çıkardığı seslerden, yavaş hareket ettiğini düşündüğüm bir yaratık beni almaya geldi. Elimdeki mumu yakınca bir sürü çıkışı olan yuvarlak bir alanda olduğumu fark ettim. Mumdan çıkan ışık biraz önümde duran ve dev bir solucana benzeyen yaratığı kör etmişti. Ben de bundan faydalanıp tünellerden birine koştum. Bu sırada görünmezlik sıvısını içtim. Mum da benimle birlikte görünmez oldu. Girdiğim tünel bir uçuruma açılıyormuş. Aşağıya uçmamam tamamen bir şanstı. Her taraftan tuhaf inlemeler, yakarışlar duyuyordum. Geri döndüm. Yaratık artık orada değildi. İkinci tünel çok büyük başka bir alana açılıyordu. Burası Tanrıça’nın ordusunun eğitim salonuydu. Duvarlarda yüzlerce meşale yanıyordu ve silahlar, zırhlar asılıydı. Sanırım tüm Zageller, Lorklar ve Lidiller oradaydı ve birbiriyle dövüş eğitimi yapıyorlardı. Bir süre uzaktan onları izleyip geri döndüm. Üçüncü tünel bir madene açılıyordu. Toprak duvardaki büyük bir deliğin önünde, bu iş için değiştirilmiş olduklarını düşündüğüm dört kollu, yeşil yaratıklar harıl harıl çalışıyor, size getirdiğim bu kırmızı mücevherden çıkarıyorlardı. Çıkardıkları mücevherleri madenin ilerisinde bir başka tünelde bekleyen arabalara yüklüyorlardı. Arabalara bağlı ve örümceğe benzeyen sekiz ayaklı yaratıklar, arabalar dolunca onları tünelden aşağıya doğru bir yere taşıyorlardı. Ben daha fazla ileri gitmeden arabalardan bir tane mücevher çalıp kaçtım. Gamuth’un beni getirdiği tünelden geri yukarı yürüdüm. Kendiliğinden açılan kapının mekanizmasını bulmam kolay olmadı. Neyse, kapıyı açıp mezarlığa çıktım ve gördüğünüz gibi döndüm. Bu kadar.”

Oruvan ve Mishar tüm konuşmayı dehşete düşerek, şaşkınlıkla dinlediler.

Oruvan’ın rengi atmıştı. “Şimdi biz de oraya, o yaratıkların arasına gideceğiz öyle mi?”

“Evet. Ama daha da aşağıya devam edeceğiz. Sekiz ayaklı yaratıklar o mücevherleri nereye götürüyorlarsa orayı bulacağız ve çantalarımızı doldurup kaçacağız.”

Mishar çenesini sıvazlayarak, “Peki, biz görünmez olacağız, ya eşyalarımız?” diye sordu.

“Bu sıvıyı içtiğinde üstündeki her şey de görünmez oluyor.”

Oruvan, “Peki, görünmezliğimiz geçtiğinde ne yapacağız?” diye sordu.

“Tekrar içeceğiz.”

“Ya sıvı biterse.”

“Korkma Oruvan. Yetecek.”

Bu sefer Mishar sordu. “Peki, birbirimizi nasıl göreceğiz?”

“İpleri bu yüzden yanımıza alıyoruz. İplerle birbirimize bağlanacağız. Ben önü çekeceğim, siz de beni takip edeceksiniz.”

Mishar endişeyle kaşlarını çatmıştı. “Bu kadar kolay olması hiç hoşuma gitmedi.”

Pencereye bakan Bruz, “Ama kolay,” dedi. “Artık dışarı çıkalım hava kararmış.”

Oruvan korkuyla pencereye bakıp, “Gerçekten mi?” diye inledi. Buna hazır değildi.

***

 

Çantalarını sırtlarına aldılar. Bruz sanki sabah işe gidiyormuşçasına bir rahatlıkla dışarı çıktı. Oruvan adımını kapı eşiğinden dışarı atmadan önce uzun süre gökyüzüne baktı. Akşamın kendine has serinliğini ilk kez hissediyordu. Mishar onu dışarı itmeseydi çıkacağı da yoktu. En son Mishar da dışarı çıkınca üç arkadaş yağmurda kalmış köpek yavruları gibi birbirlerine sokuldular. En azından birisi aynı onlar gibi titriyordu.

Belki bir yıl geçmişti, belki bir an. Sonunda gökyüzünde kanat sesleri duyuldu. Oruvan etrafını aydınlattığı için ay ışığına dua etmek amacıyla kafasını kaldırdığına pişman oldu. Ayın önündeki üç Gamuth’un siluetini görünce kaçmayı çok istedi ama arkadaşlarını bırakamadı.

Mishar elini belindeki hançerin üstüne koyduğunun farkında değildi. Üç korkunç yaratık uçarken kanatlarını her açtıklarında, aynı görüntüye bakmış olan annesinin de ne kadar korkmuş olabileceğini düşünüyordu.

Bruz gökyüzüne bile bakmıyordu. Durmuş, olacakları bekliyordu.

Gamuthlar neredeyse hız kesmeden alçaldılar. Önce, kanatların yarattığı rüzgârın altında, yerden kalkan tozun içinde kaldılar, sonra omuzlarından tutan pençelerin soğuk dokunuşlarıyla irkildiler. Gamuthlar büyük pençeleriyle onları kavramışlardı ama tırnaklarını batırmıyorlardı. Yaratıkların hızıyla, rüzgâra tutulmuş bir dal gibi sallanarak havalandılar. Havada olmak, içlerindeki bir boşluğun anlamsızca hareket etmesine sebep olmuştu. Oruvan bu hisse daha fazla dayanamayıp kustu.

Üçü de çocukluklarından beri anlatılan korkunç hikâyelerden birinin başrolündeydiler artık. Gamuthlar, Bruz’un söylediği gibi mezarlığın üstünde uçarken ortada olan Mishar arkadaşlarını görmeye çalıştı. Oruvan korku dolu gözlerle altındaki mezarlığa bakarken başını kaldırdı. Mishar arkadaşının gözlerinde yaşadığı derin pişmanlığı görebiliyordu. Öndeki Bruz ise uçuşun etkisiyle bir o yana bir bu yana sallanıyordu.

Mozolenin kendiliğinden açılan kapısından geçtiklerinde Oruvan, “Hayır!” diye bağırdı. Bu karanlık tünelde uçarken hissettikleri korkunun yanında, oraya varana kadar yaşadıkları korkunun lafı bile edilemezdi. Sonunda Gamuthlar onları zifiri karanlık bir yerde bırakıp tahminen şehre geri uçtular. İçerisi havasızdı. Burunları ağır küf kokusuyla beraber gelen ve tanımlayamadıkları başka kokulardan rahatsız oldu. Ayakları yere değdiği anda karanlığın içinden sürünmeye benzer tuhaf bir ses duydular. Bruz’un bahsettiği yaratık sürünerek onlara doğru geliyor olmalıydı. Oruvan bu sesi duyunca annesinin pişirdiği sütlü tatlıların fokurdadığı anı düşündü.

Bruz, “Meşaleleri yakın hemen,” diye fısıldadı.

Panik halinde ve hiçbir şey görmeden çantalarından meşaleleri çıkarmaya çalıştılar bir süre. Sonunda Oruvan meşaleyi ve onu yakacağı kavı buldu. Kavı çaktığı anda burnunun dibindeki kocaman yaratığı görünce korkuyla gerileyip sırt üstü yere düştü. Bruz meşalesini yaktığında dev yaratığın, Oruvan’a doğru sürünmekte olduğunu gördüler. Yaratık her tarafından yağ öbekleri fışkıran dev bir solucanı andırıyordu. Öyle büyük bir kütlenin üstünde iğne deliği gibi duran kırmızı gözleri fıldır fıldır dönüyordu.

Bruz, “Bu tarafa!” diye bağırdı.

Mishar, yaratığın meşale ışığı yüzünden artık göremediğini ve Bruz’un sesle onu kendi üstüne çekmeye çalıştığını fark etti.

Yaratık ağır ağır sesin geldiği yöne doğru dönmeye başladı.

Sırtını duvara veren Bruz, yaratığın önünden arkasına, arkadaşlarının yanına geçti. Onlar da meşalelerini yakmayı başarmışlardı.

Oruvan yüzünü tiksintiyle buruşturarak, “Bu ne biçim bir yaratık böyle,” dedi.

Bruz parmağını dudaklarına götürüp sus işareti yapıyordu ki yaratık tekrar seslerin geldiği yöne dönmeye başladı.

Bruz, “Şu tünele gireceğiz,” derken gösterdiği yöne koşmaya başladı. “Acele edin.”

Hepsi tünele girince Bruz birden durdu. Aşağıya doğru uzayan tünelin sonundan kırmızı, loş bir ışık geliyordu. “Tamam, yaratığın buraya ulaşması çok zor. Şimdi ipleri çıkarın. Sonra meşaleleri söndürün.”

İpleri çıkarınca meşaleleri yere sürterek söndürdüler ve çantalarına koydular. Bellerine doladıkları ipleri birbirine bağlayınca Bruz cebinden görünmezlik sıvısını çıkarıp en sondaki Mishar’a uzattı. “Bir yudum yeterli Mishar. Sonra Oruvan’a ver şişeyi.”

Herkes sıvıdan birer yudum içince Bruz şişeyi tekrar cebine koydu. “Evet, şimdi biraz bekleyin.”

Biraz sonra Mishar gittikçe saydamlaşan ellerini göstererek, “Bakın,” dedi. Tüneli aydınlatmaya yetmeyen o loş, kırmızı ışık artık ellerinin içinden geçiyordu

Oruvan nereye bakacağını şaşırmıştı. Gittikçe gözden kaybolan Mishar’ı mı yoksa kendi ellerini mi izlemek daha ilginçti? En son aralarında uzayan ipler de görünmez olunca Bruz tünelde aşağıya doğru yürümeye başladı. Hala elini kolunu görmeye çalışan Oruvan belindeki ip gerilince yürümesi gerektiğini anladı. Mishar’ın da durumu farklı değildi.

İçinde bulundukları lanet yerin derinliklerinden gelen ve günah işlemiş kâfirlere ait olduğunu düşündükleri inleme, ağlama, yalvarış sesleri canlarını her şeyden çok sıkıyordu. Mishar, buradan çıkmayı başarabilseler bile bu seslerin akıllarından kolay kolay silinmeyeceğini biliyordu. Sırf bu sesler yüzünden bile o, artık eski Mishar olamayacaktı. Oruvan ise tüm o seslerin sahiplerinden bile büyük bir günah işlediğini düşünüyordu.

Tünel geniş bir alana açılıyordu. Belirsiz aralıklarla dizilmiş meşalelerin ışığı, toprak duvarlara gömülü kırmızı yakutlardan yansıyarak alana loş, kırmızı bir aydınlık veriyordu. Tam ortada yanan ateşin üstündeki paslanmış, büyük tencerede iğrenç kokulu bir yemek pişiyordu. Sağdaki duvarın önünde, insana benzeyen dört kollu, yeşil tenli yaratıklar, ellerindeki aletlerle mücevher çıkarmak için durmadan duvarı kazıyorlardı. Yaratıklardan biri çıkardığı yakutu ilerideki tünelin girişinde bekleyen arabaya götürmek için arkasına döndü. Yaratığın suratı tamamen gözlerle kaplıydı ve her biri ayrı yöne bakıyordu.

Ses çıkarmamak için ağır ağır ve bastıkları her adıma dikkat ederek diğer tünele doğru yürümeye başladılar. Çekicisi ortalarda görünmeyen ve neredeyse tamamen dolmuş ahşap arabanın yanından diğer tünele girdiler. Bunun girdikleri ilk tünelden farkı, uzayıp giden her iki duvarında da belirli aralıklarla yanan meşaleler olmasıydı. Çok fazla yol almamışlardı ki tünelin, dibi görünmeyen karanlık bir çukurla kesildiğini fark ettiler. Çukurun diğer tarafında dik şekilde duran ahşap bir köprü vardı.

Oruvan, “Şimdi ne yapacağız?” diye sordu. “Bu çukuru nasıl geçeceğiz?”

Bruz, “Duvara yaslanıp bekleyelim,” diye öneride bulundu. “Bakalım gelecek olan araba çukuru nasıl geçiyor?”

Biraz sonra gelen arabanın gıcırtısını duydular. Belki de bir zamanlar tanıdıkları biri olan sekiz kollu yaratığın sipsivri dişlerinden ve mavimsi tüylerinden daha fazla rahatsız eden tek şey, her kolunda normal insan elleri olmasıydı. Yaratık ve omuz sayılabilecek yerlerine dolanmış iplerle çektiği araba, önlerinden geçerken kendilerini duvara olabildiğince yapıştırdılar. Oruvan içinde bulunduğu yeri ve durumu önemsemeden Tanrıça’ya dua ediyordu. Üstlerine atlasa her hangi birini rahatlıkla devirebilecek boyutlardaki örümcek, çukurun önünde durdu. Önce öndeki iki kolunu seri bir şekilde kullanarak koşumlardan kurtuldu. Sonra tünelin tavanına tırmanarak çukurun üstünden karşıya geçti. Karşı tarafta bir mekanizmayı çalıştırdığında dik olan tahta köprü yavaş yavaş ve tıkırdayarak indi. Örümcek hızlı hareketlerle arabaya döndü ve koşumları tutup geri geri arabayı çekti. Yaratığın ne yaptığını anlayan Mishar belindeki ipi çözmeye başladı. Araba köprüyü tamamen geçince örümcek mekanizmayı tekrar çalıştırdı. Mishar koşup yavaş yavaş havaya kalkan köprüye atlamayı ve kenarına asılmayı başardı. Köprünün eski haline geldiğine emin olan yaratık koşumları bağlayıp arabayı tünelin öbür ucuna doğru çekmeye başladı.

Arabanın yeteri kadar uzaklaştığına karar veren Oruvan, “Evet arabanın nasıl geçtiğini gördük,” dedi. “Bir daha soruyorum, biz nasıl geçeceğiz?”

“Mishar senin fikrin nedir?”

Oruvan, Mishar’ın yerinde olmadığını bir anda fark edince panikle, “Burada değil. Gitmiş,” diye fısıldadı.

“Nasıl? Nereye gitmiş?”

Mishar çoktan asıldığı köprüden inmişti. Mekanizmayı çalıştıran toprağa gömülü kolu itip, “Buradayım,” dedi.

Bruz, Mishar’ın çukurun öteki tarafında olduğunu anlayınca, “Kalkarken köprüye mi atladın Mishar?” diye sordu.

“Evet.”

“Çok iyi düşünmüşsün. Öteki tarafta kal, biz geliyoruz.”

Köprüyü geçince el yordamıyla arkadaşlarını bulan Mishar önce köprüyü tekrar kaldırdı, sonra kendini Oruvan’a bağladı.

“Hızlı olalım. Arabanın nereye gittiğini görmeliyiz.”

***

 

Tünelin sonundaki dört yola varınca Bruz durdu. Araba sağ tarafa doğru gidiyordu. “Orada. Yürüyün.”

Önlerindeki taş koridora girdiklerinde, Mishar baştan beri girip çıktıkları ve geçtikleri her yerin bir çeşit çalışma alanı olduğunu düşündü. İşte şimdi gerçekten Tanrıça Nera’nın tapınağındaydılar ve o inlemeler, daha çok duyulur olmuştu. Yerler dikdörtgen kesilmiş granitlerle kaplıydı. Aynı granitler iki yandaki duvarlarda bel hizasına kadar çıkıyordu. Duvarlar bu hizada beyaz mermerlerle sınırlanıp tavana kadar kahverengi kireç taşlarıyla devam ediyordu. Kireç taşlarına bilmedikleri bir dilde yazılar kazınmıştı. Koridor boyunca sağda ve solda düzenli aralıklarla başka koridorlar ve bir yerlere açılan kapılar vardı. Her dört yol ağzında tavana asılmış avizelerdeki gaz lambaları uzayıp giden koridoru fazlasıyla aydınlatıyorlardı.

Araba uzaktaydı. Ona yetişmek için hızlı hızlı yürümeye başladılar. Vardıkları her dört yol ağzında durup ortalığı kolaçan ediyorlardı. Çıktıkları tünelden çok uzaklaşmışlardı. Mishar arkasına bakmış geri dönüş yolunu bulup bulamayacağını düşünüyordu ki Bruz aniden sert bir hareketle sağlarındaki koridora daldı. Mishar o zaman ileriden gelen grubu görebildi. Duvara yaslanarak sessizce grubun geçip gitmesini beklediler. Gelenler, iki sıra halinde dizilmiş, on kişilik bir Lork grubuydu ve askeri düzende yürüyorlardı. İnsan-ayı karışımı bu yaratıkları ilk kez bu kadar yakından görüyorlardı. Bir ağaç kütüğü kadar geniş olan kolları ve bacakları seyrek tüylerle kaplıydı. Elleri ve ayakları pençe gibi olmasa çok iri bir insana benziyorlardı. Suratları sakal olarak düşünülebilecek kıllarla kaplıydı. Kaşları, ağızları, gözleri sinirle gerilmiş gibiydi. Bellerinde, Oruvan’ın bile kaldıramayacağını düşündüğü büyüklükte gürzler asılıydı. Hepsinin sol omuzlarında gri, metal zırh parçası vardı.

Lorkların yeteri kadar uzaklaştığını düşünen Bruz tam yürüyecekleri koridora çıkmak üzereydi ki tekrar yerine dönüp, “Şşş!” dedi.

Lork grubunun arkasındaki bir Lidil, “Yürüyün tembeller sss,” diye bağırarak ve yılan kısmının üzerinde kıvrıla kıvrıla sürünerek yanlarından geçiyordu. Belden yukarısı kaslı bir insan olan yaratığın devamı yeşil pullu bir yılandı. Giydiği kolsuz deri zırhın sırtında birbirine çapraz olarak asılmış iki eğimli kılıç vardı.

Öndeki grubun komutanı gibi görünen Lidil de yanlarından geçince tekrar koridora çıktılar. Daha bir iki adım atmışlardı ki Lidil’in, “Siz sss,” diye bağırışını duydular.

Bruz kime diyor diye düşünerek arkasına bakınca yaratığın dönmüş onlara doğru yöneldiğini gördü. Yılan olan uzantısı yerde kıvrıla kıvrıla dönmeye devam ediyordu. Lork grubu büyük ihtimalle başka bir koridora girmişti.

“Siz, üçünüz hangi tanrının sss lanetli gücünü kullanarak bunu yapıyorsunuz sss?”

Oruvan korkuyla onlara doğru sürünen yaratığa bakarken, “Bize mi diyor?” diye fısıldadı.

“Evet, size diyorum insan sss. Isınızı sss görebiliyorum.” Konuşurken Lidil’in çatallı dili seri hareketlerle dışarıya çıkıp tekrar ağzına giriyordu.

Bruz hançerini kullanarak Oruvan’la arasındaki ipi kesti. Mishar da aynı şeyi yapmıştı. Oruvan bakışlarını yaratıktan ayırmadan baltasını sırtından çekti.

Lidil kısık gözleriyle sanki gerçekten görüyormuş gibi gruba bakıyordu. “Sss Ne yapıyorsunuz kafirler ssssss?”

Mishar o anda yaratığın sadece bedenlerini görebildiğini fark etti. Silahların ısısı yoktu. Bu onlar için bir avantaj olabilirdi.

Lidil sırtından kılıçlarını çekti. Bir yandan da yılan uzantısını yanına topluyordu.

Oruvan, “Buraya kadarmış,” dedi. “Senin aklına uyduğumuz için biz daha deli olmalıyız Bruz.”

Yaratık birden sol elindeki kılıcı yukarıdan aşağıya, çapraz olarak Mishar’a, yılan uzantısını da bir kırbaç gibi kullanarak Bruz’a savurdu. Mishar seri bir hareketle geriye doğru sıçrayıp Lidil’in hamlesini savuşturmayı başardı. Aynı anda Bruz o kadar da şanslı değildi. Bir insan bedeni kalınlığındaki yılanın uzantısı göğsünde patlayıp onu duvara yapıştırdı. Bruz’dan hoş olmayan bir hırlama sesi çıktı.

***

 

Oruvan on üç yaşındayken babasının kocaman baltasını kullanmaya başlamıştı. Bu büyük baltayla ilk odun kesme denemelerini yaparken babası ona odunculuğun sırrını anlatmıştı.

“Söyle bakalım Oruvan bir insan alnını kaşırken yanlışlıkla gözünü çıkarabilir mi?”

“Hayır baba.”

“Peki, neden?”

“…”

“Çünkü bu insan bu iş için kolunu ve elini kullanıyordur. Bu kol ve el onundur. Bunların kontrolü ondadır ve eğer bir sorunu yoksa bunları yanlış kullanıp gözünü çıkarmaz. Bazen birilerinin balta kullanmaya çalışırken kendini yaraladığını duyuyoruz. Neden böyle oluyor sence?”

“…”

“Çünkü onlar balta kullanıyor. Ama iyi bir oduncu için balta, kolunun devamıdır. Ondan bağımsız bir alet değildir.”

“Anladım.”

“İlk yapman gereken şey, baltayı kolun gibi kullanmayı öğrenmektir. Sonra keseceğin oduna odaklanacak, ona hangi hızla vurman gerektiğini hesaplayacak ve tam olarak nereye vurman gerektiğini bileceksin. Sürekli çalışacaksın. İlk başlarda odunlar senden kaçacak, baltanı kesme kütüğüne saplayıp kalacaksın. Zamanla odunlar sana ve baltana saygı duyacaklar. Sonunda bu işi o kadar hızlı yapacaksın ki babandan bile iyi bir oduncu olacaksın.”

“Anladım baba.”

***

 

Lidil, ortadaki büyük kırmızı halenin diğerlerinden daha hantal olduğunu düşünüp ilk hamlesini diğer iki haleye yapmıştı. İkinci hamlesini sağ elindeki kılıçla yapacak ve ortadaki hantal insanı avlayacaktı ama yanılmıştı. Oruvan’ın baltası kolunun uzantısıydı. Kasları en sert odunu parçalamak için son gücüyle gerildi. Oduncu vuracağı noktayı baltasına çoktan iletmişti. Ve görünmez balta hedeflendiği yere hiç acımadan indi. Oruvan’ın narası tüm koridoru inletirken baltası Lidil’in boynundan girip köprücük kemiğini kırarak göğsüne kadar ulaştı. İnsan-yılan karışımı yaratık çırpınarak can verirken Oruvan ayağını ona yaslayıp baltasını geri çekti.

“Bruz! Mishar!”

Mishar, “Ben iyiyim Oruvan. Bruz’la ilgilen,” dedi.

“Bruz! Bruz!”

İlk önce Bruz’un öksürük nöbeti duyuldu. “Ben iyiyim Oruvan. Çok iyi bir iş çıkardın ama keşke o narayı atmasaydın. Birazdan bütün tapınak buraya toplanır.”

Bruz haklıydı. Şimdilik uzakta görünen bir grup Lork onlara doğru koşuyordu.

Bruz yerinden kalkıp, “Acele etmeliyiz,”dedi. “Onlar buraya ulaşmadan uzaklaşalım.”

“İpler.”

“Vaktimiz yok Mishar. Ayak seslerimi takip edin.” Bruz koşmaya başladı.

Önlerinde de bir grup yaratığın onlara doğru koştuğunu görünce Bruz, “Sola!” diyerek solundaki ilk koridora döndü. Bu koridorun da ucunda bir grup Lidil vardı. Tekrar sola döndüler. Sonra sağa. Yine Sağa. Yine Lidiller. Sola. Sağa. Oruvan’ın narası tüm tapınağı ayaklandırmış olmalıydı. Girdikleri her koridorda eli silahlı yaratıklarla karşılaşıyorlardı. Birbirlerine seslenerek sürekli koştular. Hepsi artık sonlarının geldiğine inanmaya başlamıştı. Sonunda iki taraftan da sıkıştırılınca en yakınlarındaki kapı aralığından geçip bir salona girdiler. Karanlık salonda saklanabilmeyi umuyorlardı. İçeri adım attıkları anda arkalarındaki taş kapı büyük bir gürültüyle kapandı.

Mishar’ın sesi titriyordu. “Sanırım fare gibi kapana kısıldık.”

Oruvan neredeyse ağlayacaktı. “Her şey bitti.”

Bruz, “Bakalım neredeyiz?” diyerek kavını çakıp meşalesini yaktı.

Gördükleri manzara karşısında bir süre konuşamadılar. Aradıkları hazineyi bulmuşlardı. Üç arkadaş, salonun sonuna kadar dizilmiş büyük ahşap kutuların önünde duruyorlardı. Diğer ucu karanlığın içinde kaybolan salonun duvarları, kutuların içindeki binlerce yakutun yansıttığı ışıkla kıpkırmızıydı.

İlk konuşan Mishar oldu. “Evet, mücevherleri bulduk. Bir de buradan çıkmayı başarabilirsek…”

Oruvan tam Bruz’a ne düşündüğünü soracaktı ki salonun karanlık köşesinden, inleyen, yankılanan, hırıltılı bir ses, “Hoş geldiniz. Uzun zamandır sizi bekliyordum,” dedi. Duydukları korkunç ses yaşayan hiçbir canlıya ait olamazdı.

Havada uçuyormuşçasına karanlığın içinden süzülen gri yaratığın giydiği siyah cübbeni başlığı yüzünü gizliyordu. Beyaz uzun saçları başlığın iki yanından çıkmış beline kadar uzuyordu. Cübbenin kemeri, birbirine bağlanmış kuru kafa ve kemik parçalarıydı.

Oruvan çaresizce, “Neraidth,” diye inledi. Tüm hayatı boyunca Tanrıça Nera’nın kutsanmışını duymuştu. Onun neye benzediği hakkında yüzlerce iddia vardı. Ama onunla karşılaşıp normal hayatına geri dönebilecek kimse olamazdı. Oruvan yine de biliyordu. Onlara doğru süzülenin bir Mehetilinin görebileceği en büyük kâbus olduğunu biliyordu. Mishar onu kolundan çekmeseydi büyük bir ihtimalle bir daha yerinden kıpırdayamayacaktı. Koluna yapışan arkadaşı onu çekip önlerindeki yakut dolu kutunun önünde yere çömeltti. O da görünmezliğin Neraidth’e işlemediğini düşünüyordu. Bu yaptıkları ahmakça bir hareket olabilirdi ama sonuçta çocukken korktuğu gecelerde yorganı kafasına çekmek de ahmakçaydı.

Mishar birden hem Oruvan’ı hem de Bruz’u görmeye başladı. Ellerine baktığında artık kendisinin de görünür olduğunu anladı.

Çöktükleri yerden ellerini kollarını sallayarak, elinde meşaleyle Neraidth’e bakakalmış Bruz’un dikkatini çekmeye çalışıyorlardı. Bruz’un gözlerinde daha önce görmedikleri boş bir bakış vardı. Ne de olsa onun bir şeyden korktuğunu hiç görmemişlerdi.

Mishar panikle fısıldayarak, “Bruz,” dedi.

Bruz gözlerini yaklaşmakta olan Neraidth’den arkadaşlarına çevirdi. Yüzünde en ufak bir tepki yoktu.

“Bruz, Bruz görünmezlik sıvısını at.”

Bruz ağır ağır elini cebine götürmeye başladığında Neraidth, “Hayır Bruz,” dedi.

Bruz emre uyup durdu.

Mishar, “Ne yapıyor bu?” diye kendi kendine söylendi.

***

 

Ve sonunda Neraidth süzülerek Bruz’un yanında durdu. Derisinden sıyrılmış, uçları sipsivri kemikler olan parmaklarını Bruz’a dokundurup, “Tebrikler Bruz,” dedi. “Sonunda başardın.”

Oruvan gözlerini onlardan ayırmadan, “Neler oluyor?” diye söylendi

Neraidth, Bruz’un yanında, ağır ağır onlara doğru dönerken iki arkadaş oldukları yerde iyice sinmişlerdi. Bruz, Mishar ve Oruvan’a bakarken artık gözlerinde bir ifade vardı. Acı… Bruz acı çekiyordu.

Neraidth insanın kanını donduran sesiyle konuştu. “Sizi Tanrıça’nın yeni yaratığıyla tanıştırayım.” Kemikli parmağıyla Bruz’u gösteriyordu. “Bu baş şaheserime Venalipper ismini verdim. Gamuthları yaratan benim. Yıllar içinde diğer Neraidthler Zagelleri, Lorkları ve Lidilleri yarattılar. Hatta Tanrıça, Celitalleri kutsadı. Ama artık Venalipperim sayesinde beni görmezden gelemeyecek.”

Mishar ve Oruvan duyduklarını anlamıyorlardı.

“Bu özel yaratığı yaratmaya çok uzun yıllar önce karar vermiştim. Ama ilk denememin çok özel bir insanla olmasını istiyordum. Bundan on bir yıl önce arkadaşınız Bruz nasıl başardıysa şu anda bulunduğumuz hazine odasına kadar sızdı. Onu burada ceplerine yakut doldururken yakaladılar. İşte bu cesur çocuğun aradığım özel kişi olduğuna karar verdim ve onu Venalipper’e çevirdim. Ne harika değil mi? Hiçbir şey anlamıyorsunuz çünkü hala Bruz’a baktığınızı sanıyorsunuz. Oysa o, artık Bruz değil. O istediği zaman insan şekline bürünebilen kurtla kartal karışımı bir yaratık aslında. Düşünsenize aranızda dolaşan insan şeklinde güçlü yaratıklar var ve siz bunun farkında değilsiniz. Onlara aslında ne olduğunu gösterir misin Bruz?”

Bruz arkadaşlarına ailesini kaybettiği günden bile üzgün gözlerle bakıyordu. Önce, “Üzgünüm,” dedi. Sonra yüzü insanın içinin kaldıramayacağı bir iğrençlikle ileri doğru uzamaya başladı ve sonunda kurt yüzüne benzer bir hale geldi. Kolları, bacakları genişlerken üstündeki giysileri parçaladı. Biraz önce Bruz olan yaratığın sırtından kanatlar çıkarken, yaratık acıyla sivri dişlerini sıkıp hırıltılı sesler çıkardı. En son ayakları ve elleri pençelere dönüşürken yüzü de dâhil tüm vücudu siyah, kalın kıllarla kaplandı.

“İşte muhteşem Venalipper. On bir yıldır size ticaret yaptığını söyleyerek buraya geliyor ve onun üzerinde çalışıyorum. Gerçi insan halinin sürekli hasta olması gibi halledemediğim ufak bir sorunu var ama onu insan şekline bürünebilen bir yaratık haline getirmek işin kolay kısmıydı. Ama hem insani mimiklerini, akıl yürütmelerini koruyup hem de insanlığından vazgeçmesini sağlamak çok zor oldu. Bruz’un insani yönü çok güçlüydü. Bir türlü kendini bana ve Tanrıça’ya adamıyordu. Aklı sürekli sizdeydi. Her şeyden vazgeçti ama ikinize olan bağlılığından bir türlü vazgeçemedi. Sizi bana getirdiği bu an onun son sınavıydı. Bu yüzden bu sürecin her şeyin başladığı yerde bitmesini istedim.”

Oruvan ağlıyordu. Mishar dehşete düşerek olduğu yerde büzülmüştü. İkisi de anlamıştı. O gün, gizli yerde annesinin ve babasının öldüğünü söylediği gün, hepsini Ulna-i’den kurtarmak için Darnee’ye girmiş ve soyguna kalkışmıştı. O gün bu gündür ticaret yaptığını sanıyorlardı ama başka şehirlere gittiğini söylediği her seferinde o buraya, Neraidth’in yanına geliyordu. Neraidth on bir yıl boyunca ona işkence etmiş ve sonunda Bruz’un onları da bu tuzağa sürüklemesini sağlamıştı.

Gözyaşları içindeki Oruvan, arkadaşının çekmiş olduğu acılara daha fazla dayanamadı ve birden yaralı bir ayı gibi böğürerek eskiden defalarca yaptığı gibi Bruz’a zarar veren kişinin üstüne atıldı. Neraidth biraz önceki ağır hareketlerine tezat oluşturan bir serilikte elini kaldırıp sivri işaret parmağını Oruvan’ın alnına sapladı. İri adam parmağın ucunda asılıymış gibi olduğu yerde kaldı.

“Üzülme oduncu. On bir yıldır sizin hikâyelerinizi dinliyorum. Kim olduğunuzu, Bruz’u ne kadar sevdiğinizi ve birbirinizle olan bağınızı biliyorum. Buraya girerek işlediğiniz günah için ölümlerden beter cezaları hak etmenize rağmen, ona verdiğim söz sebebiyle sizi ayırmayacağım. Siz ikiniz benim yeni Venalipperlerim olacaksınız.”

Mishar çocukluk arkadaşlarından kalanlara bakıyordu. Bruz kanatlı, kurda benzer korkunç bir yaratığa dönüşmüş ve sahibinin yanında durarak, ondan gelecek emirleri bekliyordu. Oruvan’ın bedeni iri bir bez bebek gibi Neraidth’in parmağının ucunda sallanıyordu. Aklı gördüklerini daha fazla kaldıramadı ve Mishar kafasını ellerinin arasına alıp deliliğin ıssız köprüsünde çığlıklar atmaya başladı.

***

 

“Ve Ulna-ili bir adam bana, ‘İnsan sandığın biri bile Tanrıça’nın yaratığı olabilir,’ demişti.”

– Gezgin Drukra Akledan’ın günlüğünden

[box type=”info”] Tanrıça’nın Yeni Yaratığı ilk olarak Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanmıştır. [/box]